Abdullah Yıldız: FETÖ, gizli ajandası olan masonik bir örgüt

Olaylar
15 Temmuz gecesi Türkiye, tarihinde hiçbir zaman görmediği bir ihanetle karşı karşıya kaldı. Aralarında generallerin de olduğu, TSK içindeki FETÖ’cü yapılanma, darbe girişiminde bulundu. Üstelik bu gi...
EMOJİLE

15 Temmuz gecesi Türkiye, tarihinde hiçbir zaman görmediği bir ihanetle karşı karşıya kaldı. Aralarında generallerin de olduğu, TSK içindeki FETÖ’cü yapılanma, darbe girişiminde bulundu. Üstelik bu girişim sırasında asker, kendi halkına ateş açtı. Yüzlerce vatandaş şehit oldu, binlerce kişi de yaralandı. Girişim, halkın sokağa çıkması ve TSK içindeki çoğunluğun destek vermemesi üzerine başarılı olamadı.

Bu süreçten sonra da “FETÖ’cü yapılanma”, “istihbarat zafiyeti”, “cemaatler” gibi konu başlıkları sıklıkla tartışılmaya başlandı.

Yazar Abdullah Yıldız’la 15 Temmuz’un öncesi ve sonrasını konuştuk.

15 Temmuz’dan sonra -Gülen hareketi bağlamında- cemaatler ve tarikatlar farklı bir boyutta gündeme getiriliyor. Gülen hareketi ne kadar cemaat ve tarikat kategorisinde konumlandırılabilir? Çünkü ortaya çıkan cemaat yapılanmasına baktığımızda, klasik tarikat ve cemaat tanımıyla pek örtüşmüyor, daha çok gizemli ve “masonik” bir örgütlenme görüyoruz. 1 dolarlarla belirlenen örgüt hiyerarşisi, ast-üst ilişkisi ve hedefleri açısından modern bir örgütle karşı karşıyayız gibi. Bu konu hakkında neler söylersiniz?

Gülen hareketinin en çok aşındırdığı ve kirlettiği kavramların başında “cemaat” ve “imam” gibi kutsal İslâmî terimler geliyor. Evet, Gülen hareketi, bilinen anlamda cemaat ve tarikatlarla görünüşte benzerlikler arz etse de gerçekte bir “İslâmî cemaat” değil, sizin de ifade ettiğiniz gibi, hem gizemli hem de gizli ajandası olan masonik bir örgüt. Çoğu elemanları kendilerini kod isimleriyle gizledikleri gibi amaçlarını da gizlediler. Gizliliği bir yöntem olarak benimsemeleri, gizlenecek ilişki biçimlerinin ve diğer yönlerinin varlığına işaret ettiği gibi, açıklanması halinde izah edilemeyecek veya savunulamayacak çeşitli yanlarının da varlığına bir anlamda delil teşkil eder. F. Gülen’in, İslâm’ı sadece bir motif ve motivasyon unsuru olarak kullandığı ayan beyan ortaya çıktı.

Çevremizde tanıdığımız yakınlarımız, arkadaşlarımız hatta akrabalarımız olan bu insanlar mütedeyyin, munis sıradan Türk insanı yani. Nasıl oldu da bu insanlar bir gecede caniye, katile vahşi birer canavara dönüştü? Bu insanlar nasıl kendi halkına silah sıkacak hale geldi, sizce arkalarındaki motivasyon neydi?

Gülen örgütü, ciddi anlamda modernist ögeler taşısa da, 17-25 Aralık sürecinde isabetle tesmiye olunduğu üzere, Hasan Sabbah’ın fedaileri “haşhaşîler”e benzetilebilir. Müntesiplerini adeta hipnotize ederek körü körüne kendine bağımlı hale getiren, hatta Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” kitabında hikâye ettiği Mankurt efsanesinde anlatıldığı gibi, kendisine inananları adeta “mankurtlaştıran” (hafızasını silerek köleleştiren) bir örgütle karşı karşıyayız. Yakın tarihte (1978’de), ABD’de binlerce müridini Hollanda Guyana’sına göç ettirip, FBI’ın takibiyle sıkışınca da 1000’e yakın kişiye tek tek siyanür içirip hep birlikte intihar eden Jim Jones’in “Halkın Tapınağı” örgütü de bu bağlamda hatırlanabilir. Fanatik ve -Eric Hoffer’in tanımlamasıyla- “stereotipleştirilmiş” (doldurulmuş), ”kesin inançlı” müntesiplerini gözünü kırpmadan ölüme, intihara, cinayete sürükleyebilen, maalesef motivasyon kaynağını da kendinden menkul hurafeci İslâmî anlayıştan devşiren, sosyologlar ve psikologlarca ciddi manada incelenmesi gereken esrarengiz bir örgütle karşı karşıyayız.

Müslüman cemaat ve tarikatlar neden böyle bir yapılanmaya sessiz kaldılar? Burada bir problem yok mu? Çıkarlarına dokunulanların birkaç cılız sesi dışında, o da öze, temele dönük bir eleştiri getirmeksizin dişe dokunur eleştiri yok. “Müslümanlar birbirlerini yıkayan eller gibidir” diyen bir dinin temsilcileri uyarı ve ikaz görevlerini neden yapmadı? Oysa 28 Şubat’a verilen açık destek, 8 yıllık eğitim, başörtüsü probleminde takınılan tavırlar gibi somut veriler de vardı.

Gülen örgütü, kendi dışındaki tüm İslâmî cemaatleri hiç dikkate almayan, önemsemeyen ve hatta yok sayan tavır ve anlayışına rağmen, diğer Müslüman cemaat ve tarikatlarca genelde hüsn-ü zan ile karşılandı; en azından bu hareketin ‘göz boyayıcı’ çalışmalarının da etkisiyle nötr kalındı. Bu bağlamda, sözünü ettiğiniz “uyarı ve ikaz” görevinin Müslümanlar arasında çok sağlıklı işlediğini de söyleyemeyiz. Uyarı ve ikaz yerine, yazık ki bazen itham, karalama ve hakareti, çoğu zaman da sessiz kalmayı tercih ederiz. Burada yeri gelmişken, ‘bir Müslümanın başka bir Müslüman kardeşinin ayıbını açık etmeyip gizlemesi gerektiği’ ilkesi ile kardeşini Müslümanca uyarma görevini birbirine karıştırdığımızı da hatırlatalım. Son yıllarda, güçlendikçe bulundukları alanlarda kendilerinden başkalarına hayat hakkı tanımayan Gülen örgütünün şerrinden çekinme olgusunun da bu tepkisizlikte etkili olduğunu söyleyelim.

Birçok kişi tarafından “Kemalist tarikat” olarak nitelendirilen ve bir kısmı darbecilikten yargılanan bir kesimin devletin yeniden yapılandırılma çalışmalarının yapıldığı bu günlerde “cemaat ve tarikatlara yer verilmemesi” konusunda yazılı ve görsel medyada giriştikleri “algı operasyonu” hakkında neler söylersiniz?

Burada iki ayrı kesim ve tavra dikkat etmeliyiz: Birincisi ve çok tehlikeli olanı, bazı “Kemalist” güç odaklarının, Gülen çetesinin tasfiye operasyonunu bahane ederek bütün İslâmî hizmet gruplarının “tehlikeli” olarak yaftalayıp kamusal alandan ve hatta hayatın tüm alanlarından tasfiye edilecekleri bir sürece dönüştürmek ve böylece sistemi “batıl-ı”, “seküler” ve “laikçi” temelleri üzerinde yeniden yapılandırarak tahkim etmek isteyenlerin fırsatçılığıdır ki, buna asla izin verilmemelidir. İkincisi ve en az onun kadar tehlikeli olanı da, kendi dışındaki bütün İslâmî yapıları ve anlayışları tasfiye edilmesi gereken “sapık dini akımlar” olarak gören ve sapık Gülen hareketine karşı başlatılan haklı operasyonların oluşturduğu psikolojik zeminden yararlanarak “şu gruplar ve adamlar da bu arada saf dışı edilmeli” şeklinde bir ucuzculuğa kapılan bazı İslâmî çevrelerdir ki, bu tutumu Müslüman kardeşlerimize yakıştıramıyoruz.

15 Temmuz darbe girişiminde devletin en tepesi tarafından ifade edilen “istihbarat zaafı”  ve bütün komuta kademesinin enterne edilmesi olayını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu, hiçbir şekilde savunulamayacak ve üstü örtülemeyecek bir zafiyettir. İnanıyoruz ki, devlet süratle ve ciddiyetle bu meselenin üzerine gidecek ve kendisini tahkim edecektir. Meselenin bir başka yanı da, darbe girişiminde “maşa” olarak kullanılan ve ipleri ABD ve Siyonist güçlerin elinde olduğu kesinleşen Gülen çetesinin, “takiyyeci” yöntemleri ne kadar sinsice ve ustaca kullanmış olduğunun ortaya çıkmış olmasıdır ki, bu durum ‘tehlikenin henüz geçmediği ve beklenmedik sıkıntılara yol açabilecekleri’ yönündeki söylentileri destekler.

Türkiye’nin yaşadığı en kanlı darbe girişiminde önde gözüken – çünkü hala organizasyon yapısını bilmiyoruz- kendi halkına, kendi meclisine silah sıkan bir anlayışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Çocukluğundan generalliğe kadar ordu disiplini içinde ve hiyerarşisinde bir hayat süren ve eğitim alan bu insanların yetiştirilmesinde ve eğitiminde bir sorun görüyor musunuz?

Askeri eğitimin, lise ve üniversite düzeyinde kesinlikle temelden gözden geçirilmesi ve yeniden yapılandırılması gerekiyor. Hükûmetin bu konuda aldığı ilk tedbirler doğrudur ama elbette yeterli değildir. Önceki tecrübeler şunu gösteriyor ki, yakın tarihimizde yaklaşık her on yılda bir yapılan askeri darbelerin altında “cuntacı” eğilimler yatmaktadır. Bu “cuntacı” geleneğin zihinsel altyapısı ise askeri eğitim sistemi ile örülmektedir. Milletin kendilerine emanet ettiği silahları bizzat milletine doğrultabilen bir zihniyet çok iyi araştırılmalı ve anlaşılmalıdır. Neredeyse kendilerinin dışındaki bütün yöneticileri “potansiyel hain” olarak gören ve devleti yönetmeye, ‘gerektiğinde’ kaderine el koymaya ve ‘ülkeyi tam da uçurumun kenarında iken kurtarmaya’ sadece kendilerini yetkili gören cuntacı anlayış, büyük oranda mevcut askeri eğitim sisteminden beslenmiştir. O hal-de, ordunun tekrar yapılandırılmasına askeri eğitim sistemiyle başlanmalı ve askeri eğitim dâhil tüm eğitim sistemi, milletimizin manevi ve kültürel dinamiklerine uygun olarak tepeden tırnağa yeniden şekillendirilmelidir.

Devletin yeniden yapılanmasında; ordu odaklı bir devletten millet öncelikli bir devlete geçilirken öncelikler neler olmalı?

Şöyle esprili bir tanımlama yapılır: Bazı kadim medeniyetlerde, çeşitli müesseseleri ve gelenekleri ile bir “millet” vardır ve onu yönetecek bir “devlet” ve o devleti dış saldırılara karşı koruyacak bir “ordu” teşkil edilir. Yapay medeniyetlerde ise, önce bir “devlet” ve o devletin bekçiliğini yapacak bir “ordu” oluşturulur, sonra da bu devlete tebaa, orduya da asker olacak bir halk ‘yaratılır’! Aslında biz, Selçuklu-Osmanlı kadim medeniyetinin mirasçıları olarak “milleti yaşat ki devlet yaşasın” diyen ‘millet öncelikli’ bir devlet ve ordu anlayışına sahiptik. Ancak Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet sürecinde halka yukarıdan aşağı dayatılan Batı tipi yaşam biçimi ile milletin kadim değerleri arasındaki çelişki, ‘devleti milletten koruma’ şeklindeki akla ziyan bir ‘ordu öncelikli’ anlayışa vücut verdi. Şimdi, 15 Temmuzda kendi kaderine el koyan milletimiz, yaklaşık 300 yıllık bu yaman çelişkiye son verip uzun soluklu tarihi yürüyüşünü kadim mecrasına oturtacak bir adım atmıştır. Bu adımın arkasını getirebilirsek, millet olarak “büyük tarihi dönüşümümüzü” gerçekleştirmiş olacağız inşallah.

Son olarak, -Gülen grubu he ne kadar klasik anlamda cemaat olarak nitelendirilmese de- cemaat ve tarikatların Gülen hareketinden kendilerine çıkaracakları pay ne olmalı, cemaatler bundan sonra hangi konulara dikkat etmeli, duyarlılık göstermelidir. Cemaat ve tarikatların hem aralarındaki ilişki hem de sorunlar karşısındaki tavrı ne olmalı?

Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Müslümanlar birbirlerini sevmedikçe iman etmiş olmazlar; iman etmeyince de Cennet’e giremezler.” Burada sözü edilen, sadece kendi grubunu, kendi cemaatini sevmek değil, ülkenin ve dünyanın neresinde kıbleye dönen bir Müslüman varsa, onu gerçekten sevebilmektir. Bizce var olan eksiklerine, kusurlarına, ayıplarına rağmen, yine bir başka hadis-i şerifte buyurulduğu üzere, “kendi nefsi için istediğini mümin kardeşi için de isteyebilmektir”. Genelde önce başkalarının hatalarını görmeye, kendi hatalarımızı ise görmemeye hatta kapatmaya eğilimli bir yapıdayız. Oysa hepimiz önce kendimize, kendi cemaatimize bakıp kendi ayıbımızı, kusurumuzu görmeli ve düzeltmeliyiz.

İmdi, Gülen’in, şahsına ve grubuna körü körüne bağladığı müntesiplerinin aklını, iradesini ve hatta imanını nasıl teslim aldığını ve onları nasıl “kurşun askerler” haline getirdiğini gördük. Öyleyse, her cemaatin, mensuplarına şu bilinci vermesi gerekiyor: Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Hz. Ömer (r.a) efendilerimizin her biri halife seçilince, halka; “Kur’ân ve sünnete uyduğu sürece kendisine itaat etmelerini, değilse kendisini düzeltmelerini” söylediler; halk da onlara şöyle cevap verdiler: “Kur’ân ve sünnete uyduğun sürece sana itaat ederiz; eğer Kur’ân ve sünnete aykırı davranırsan, seni kılıçlarımızla düzeltiriz.”

On5yirmi5