28 Şubat’ın yönetmeni Demirel’dir

Olaylar
Bülent Arınç, Necmettin Erbakan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Habertürk, Basın Kulübü Arınç, Habertürk televizyonunda canlı yayınlanan ”Basın Kulubü” programında, 28 Şubat’ın bir s...
EMOJİLE

Bülent Arınç, Necmettin Erbakan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Habertürk, Basın Kulübü
Arınç, Habertürk televizyonunda canlı yayınlanan ”Basın Kulubü” programında, 28 Şubat’ın bir süreç olduğunu, bunun önü ve arkasının bulunduğunu söyledi. Her yönüyle 28 Şubat sürecinin tartışılmasında fayda olduğunu belirten Arınç, medya, TSK’nın üst kademesi, yüksek yargı, üniversiteler ve parlamentonun bu sürece dahil aktörler olduğunu ifade etti.

”Böylesine el emeğiyle hazırlanmış bir sürecin, aradan 10-15 yıl geçtikten sonra her yönüyle irdelenmesinde ve savunulamaz hale gelmesinde demokrasi açısından fayda olduğunu” dile getiren Arınç, ”(AK Parti 28 Şubat’ın ürünüdür) demek, büyük bir cehalet ürünüdür. Bu kadar büyük cehalet de ancak tahsille mümkündür. Çünkü bunu söyleyen bir insan siyasi hayatı bilmiyor demektir. Siyasetin nasıl geliştiğini bilmiyor demektir. Aklı toplum mühendisliğinde kalmış, her zaman bir şeyleri dizayn etmek için ortaya çıkan aklı evvellerden ders almış gibidir. Çünkü 28 Şubat, AK Parti’nin veya bir başka partinin lehine veya aleyhine netice vermiş bir olay değildir” diye konuştu.

Siyasete başladığı Milli Nizam Partisi’nin 1970’de kurulduğunu, 1971’de kapatıldığını belirten Arınç, aynı dönemde Türkiye İşçi Partisi’nin de faaliyetinin sonlandırıldığını vurguladı. 1980’de il başkanı olduğu partinin bütün patiler gibi darbeyle kapatıldığını ve siyasi yasaklı olduğunu dile getiren Arınç, Refah Partisi’nin seçimlerde birinci parti olduğu 1995’te milletvekili seçilerek parlamentoya girdiğini ifade etti. Arınç,

”Aslında 28 Şubat’ın fitilinin ateşlendiği gün de odur, o sonuçtur” diyen Arınç, Refah-Yol hükümetinin kurulmasının ve Necmettin Erbakan’ın başbakan olmasının hiç istenmediğini bildirdi.

Bülent Arınç, o dönemde diğer siyasi partilerin bütün stratejilerini Refah Partisi düşmanlığı üzerine kurduklarına işaret ederek, sonunda Refah Partisi’yle hükümet kurmaya mecbur olduklarını ancak, birilerinin bundan hoşlanmadığını belirtti. Refah Partisi’nin iktidardayken kapatıldığını vurgulayan Arınç, daha sonra kurdukları Fazilet Partisi’nin, ”Çok masum ve günahsız bir parti olduğunu ama onun da gözünün yaşına bakılmadığını” dile getirdi.

Arınç, Fazilet Partisi kapatılınca yol ayrımına girdiklerini, daha sonra helalleşerek ve yeni bir siyaset anlayışıyla yeni bir yola çıktıklarını söyledi.

Son 60 yılın 30 senesinin darbeler, müdahaleler dönemi olduğunu dile getiren Arınç, demokratik hayata müdahale eden başka kurumların siyaseti dizayn etmeye çalıştığını ifade etti. Arınç, parlamento dışı güçlerle uzlaşmak zorunda kalmanın siyaseti neredeyse yok olma durumuna getirdiğini belirtti.

-”Geçmişte yaptığım siyasetten utanmıyorum, sıkılmıyorum”-

Arınç, ”Milli Görüş gömleğini çıkarmak” tabirinin Başbakan Erdoğan’a ait olduğunu dile getirerek, şöyle devam etti:

”Ben, bugüne kadar öyle bir şey kullanmadım. O da doğrusunu yapıyor, ben de kullanmamakla kendime göre doğrusunu yapıyorum. Çünkü bu gömlek çıkarmak, palto çıkarmak, pardösü çıkarmak, bunlar bu anlamda bana göre başkalarının yanlış anlayabileceği şeyler. Ben, geçmişte Milli Görüş’ü esas alan siyasi partilerde çalıştım, il başkanlığı, milletvekilliği yaptım, yıllarca emek verdim. Ben paraşütle gelmedim siyasete. Gençlik kollarından geldim, il başkanlığı yaptım, MKYK üyeliği yaptım, grup başkan vekilliği, grup başkanlığı, Meclis başkanlığı yaptım. Şimdi, Başbakan Yardımcısıyım. Geçmişte yaptığım siyasetten de utanmıyorum, sıkılmıyorum, çünkü doğrusunu yaptık. Rahmetli Erbakan Hoca ile birlikteyken de Türkiye için, halkımız için siyaset yaptık. O zaman için doğru bildiklerimizin peşinden koştuk. Bunların içinde hiçbir zaman yolsuzluk, çıkarcılık olmadı. Milletin menfaatlerini düşünerek mücadele ettik. Ama şimdi AK Parti yeni bir parti, Milli Görüş, Milli Görüşçülerde kaldı. Şimdi biz AK Parti’de ‘Milli Görüşçüyüz’ diyemeyiz. Böyle bir iddiamız yok. Onun partisi var.”

Başbakan Yardımcısı Arınç, 28 Şubat sürecinde Süleyman Demirel’in kendisine ne ifade ettiğinin sorulması üzerine, ”Yönetmen diyebiliriz” dedi. Medyayı ”Yönetmen yardımcısı” olarak nitelendiren Arınç, ”Peki, Genelkurmay Başkanı Karadayı ile Çevik Bir?” sorusu üzerine ”Jenerikte ismi geçenlerden birisi gibi görelim, Çevik Bir de onun yardımcısı. Bunların hepsi aktörleridir” diye konuştu.

-”Hiç akıl, hayal etmediğimiz şeylerle karşılaştık”

O dönemde partisinin Anavatan Partisi’yle dönüşümlü olarak hükümet kurmak üzere olduğunu belirten Arınç, şöyle konuştu:

”Hem bakanlık isimleri ve sayıları da belirlenmişi. Ancak araya Kurban Bayramı girdi 1996 yılı başında. ‘Hele bir bayram geçsin’ denildi, bayram geçti ama Mesut Yılmaz da değişti. Birilerinin korkutmasıyla bu hükümet kurulamadı. Onlar kurdular, ama güven oylamasında bile hata yapılmıştı. Biz Anayasa Mahkemesine müracaat ettik. Onlar da zaten gecikmeden birbirlerine düştüler, o hükümet 3 ay sonra gidince, soruşturmalar, sayın Çiller’in birtakım endişeleri, ‘onlar PKK’dan daha tehlikelidir’ dediği partiye döndü ‘elinizi verin, bir hükümet kuralım’ dedi. Bizim de tabii hükümet kurmaya ihtiyacımız vardı, hem bir meşruiyet kazanmak hem de iktidarla bir şeyler yapabilmek amacıyla, arkası da bildiğiniz gibi geldi.”

Bu süreçte hiç akıl, hayal etmedikleri şeylerle karşılaştıklarını vurgulayan Arınç, ”Bunlar bir manevi baskıydı, cebirdi, alaya almaktı, küçük görmekti, tehdit etmekti” ifadesini kullandı. Arınç, şunları söyledi:

”O zamanlar lojmanlardaydık, bu baskı o kadar kötü bir noktaya geldi ki 12 veya 13 Haziran tarihlerinde mutlaka ‘asker artık darbe yapacak. Kendini kurtaran dışarı kaçsın’ diye Refah Partisi’nin dışındaki pek çok milletvekilinin lojmanı boşalttığını ve yurt dışına gittiğini ben şahsen biliyorum.

Sükutu hayale uğramıştık, bir aşağılanma hissi içindeydik, hiç hak etmediğimiz bir muameleyle bize karşı geliyorlardı. Hocamız belki buna alışıktı ama biz çok üzülüyorduk. Arkasından da 28 Şubat’ta dikte edilen kararlarda hiçbirini kabul etmemiz mümkün değildi. Belli bir çizgide siyaset yapan insanların doğrudan millet iradesine karşı alınmış bu kararları ne uygulaması, ne oy kullanması, ne altına imza atması mümkün değildi. O döneme ait en acı olaylardan bir tanesi 8 yıllık kesintisiz eğitimin Meclise getirilmesidir. Bu, her bakımdan eleştirilecek bir davranıştı. En başta 28 Şubat sürecini imza altına alan kişiler, bu hükümete dayatma olarak getirenler öncelikle birinci sıradan bu işten başladı. Biz bunu yapmadan hükümet bitti. Mesut Yılmaz hükümeti kuruldu. Bu hükümet de meşruiyetini ancak bu kanunu çıkarmakla elde edebileceğini düşündü. Çünkü o partide bir kısım milletvekilleri, ‘biz buna onay veremeyiz’ dedi, Korkut Özal bunlardan biriydi, başka milletvekilleri vardı. Mesut Yılmaz, ‘bunu çıkarmamız lazım, bu bize birinci talimattı’ diye sözler sarf ediyordu. Komisyonda, Genel Kurulda biz direniyorduk, önergeler veriyorduk, iç tüzüğün verdiği bütün engelleme haklarını kullanıyorduk. Geceli gündüzlü 2,5 gün sürdü o.. O günlerde dikkat ettim, Meclis’e o güne kadar hiç uğramayan milletvekilleri, bir yerlere şirin görünmek üzere sıralarda uyumaya başlamışlardı. 2,5 gün ayrılmadılar Meclisten.”

Merhum Erbakan’ın nasıl davranması gerektiği konusunda eleştiriler olduğunun hatırlatılması üzerine Arınç, eleştirilerin de ”Yaptıkları doğrudur, çünkü şartlar bunu gerektiriyordu” diyenlerin de bulunduğunu söyledi.

Arınç, ”Belki ikisini birbiriyle mukayese ettiğiniz zaman şuna dikkat etmek lazım, yani darbeler geliyor, muhtıralar sürekli halde ve Silahlı Kuvvetlerin üst kademesi hükümetlere müdahale ediyor canı istediklerine, istemediklerine farklı davranıyor. Bu, geleneksel hale gelmiş bir ağırlık, bir baskı ve onların dedikleri yapılmazsa emsalleri çok kötü, onlar da olabilir, daha zor daha kötü günlere dönebiliriz. Bu şartlara bakalım bir” diye konuştu.

Erbakan’ın devleti de askeri de sevdiğini belirten Arınç, ”Türkiye’de demokrasinin zaman içerisinde yanlışlıklarla mücadele ederek, ama o yanlışları da anlatarak, görerek, ikna etmek suretiyle daha iyi olabileceğini düşünürdü. Siyasetinde önce ahlak ve maneviyat vardı, maddi manevi kalkınma vardı, Türkiye’nin maddi kalkınmasında gerçekten çok güzel projeleri vardı. Gençlerin de nesillerin de ahlaktan, maneviyattan mahrum olmamasını isterdi” ifadesini kullandı.

Erbakan’ın tek başına iktidar olmadığını dile getiren Arınç, ”Yanında bir ortağı vardı ve ortağının içi çürüktü. Bu çürüklük zaman zaman 28 Şubat sürecinde de Susurluk olayında da tek ayaklı haline getirdi koalisyonu. Ha gitti, ha gidiyor. Müdahale etseniz hükümet son bulacak, etmeseniz, vicdanlar kabul etmiyor. O noktada hükümetin daha uzun süreli olması, bu badirelerden geçmesi için belki sükutu tercih etmiş olabilir’ diye konuştu.

Refah Partisi’nden o dönemde bütün baskılara rağmen bir milletvekilinin ayrıldığına, ama DYP’nin yarısından fazlasının istifa ettiğine dikkati çeken Arınç, ”Dolayısıyla her gün eriyen gemiyi terk edenlerin olduğu bir koalisyondu. 28 Şubat’a karşı ciddi bir direnci, olmazsa olmaz bir şeyi ortaya koymanın zorluğunu da takdir etmek lazım” dedi.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, o dönemde vatandaşın darbenin bütün ağırlığına, korkusuna, baskısına, tehdidine rağmen bir yıl sonra bile kendine ait hissettiği partiye oyunu verdiğini vurguladı.

Milletin AK Partiyi de tek başına iktidara getirdiğine dikkati çeken Arınç, şunları kaydetti:

”Bütün bunlar sosyolojiyi bilmeyenlerin işidir, halkı tanımayanların işidir. Ta eski İttihat-Terakki mantığıdır, ‘biz böyle yaparsak halk bunu yapmak zorunda kalır’… Geçti o günler artık, o yok. Türkiye’de halk her zaman tercihini pek çok kere de isabetli olarak sandıkta ortaya koyabiliyor. Beğenirsiniz, beğenmezseniz, ama sivil ve dinamik bir iktidarı her zaman halkımız daha fazla seviyor. Geçmişe baktığımız zaman bütün bu tecrübeler bunu gösteriyor. Bu, halk popülizmi yapmak değildir.”

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, ”Adıyaman’daki olayları, münferit bir olay olarak görüyorum. Geçmişten kalan endişeyle bazıları şikayetçi olmuştur, sanıyorum bazı milletvekilleri de bunu gündeme getirdi. Onlara teşekkür etmemiz lazım, çünkü ola ki birileri bir tezgahın, bir olayın hazırlığı içinde de olabilir, gülüp geçemeyiz. Dolayısıyla üzerinde ciddiyetle durmanın, gerekli tedbirleri almanın ve toplumdaki bu kuşkuları, endişeleri gidermenin zamanıdır, yapılıyordur, yapılacağına da eminim” dedi.

Arınç, Habertürk televizyonunda canlı yayınlanan ”Basın Kulubü” programında, Adıyaman’da bazı evlerin işaretlendiği iddiasının hatırlatılması üzerine, geçmişte Aleviler ile Sünniler arasında var olan ilişkileri kötüye yöneltmek ve bunu kronik çatışma alanı haline getirmek için çok büyük gayretler sarf edildiğini söyledi.

Yaşanan bazı olayları herkesin hatırladığını ifade eden Arınç, Başbağlar, Çorum, Sivas Madımak ve Kahramanmaraş olaylarının bunlardan bazılarını olduğunu belirtti.

”Belki bin seneden beri bu topraklarda kardeşçe yaşamış bu insanların suni birtakım kavgalarla adeta onulmaz bir yara halinde tutulmak istendiğini bilirim” diyen Arınç, AK Parti hükümeti döneminde Alevilere karşı hiçbir ayrımcılık yapılmadığını, geçmişteki yaraların tedavi edilmesi için çok çalışma yürütüldüğünü vurguladı. Madımak Oteli’nin kamulaştırıldığını dile getiren Arınç, ”Geçmişte yaşanan olumsuz olayların hepsi, bizden önce yaşandı” dedi.

Arınç, ”Adıyaman’daki olayları, münferit bir olay olarak görüyorum. Yani, geçmişten kalan endişeyle bazıları şikayetçi olmuştur, sanıyorum bazı milletvekilleri de bunu gündeme getirdi. Onlara teşekkür etmemiz lazım, çünkü ola ki birileri bir tezgahın, bir olayın hazırlığı içinde de olabilir, gülüp geçemeyiz. Dolayısıyla üzerinde ciddiyetle durmanın, gerekli tedbirleri almanın ve toplumdaki bu kuşkuları, endişeleri gidermenin zamanıdır, yapılıyordur, yapılacağına da eminim” diye konuştu.

-Adıyaman Valisi’nden bilgi notu-

Olayla ilgili Adıyaman Valisi’nden bilgi notu istediğini belirten Arınç, kendisine ulaştırılan notta şu ifadelerin bulunduğunu söyledi:

”Adıyaman merkez Karapınar Mahallesi’nde 27 Şubat 2012 günü 12.30 sıralarında ilimiz emniyet müdürlüğüne gelen bir ihbar neticesinde bazı evlerin duvarlarına yazılar yazıldığının bildirilmesinin ardından olay yerine intikal edilmiştir. Yapılan incelemede toplam 26 evin bahçe duvarlarına, dış cephesine, pencere yanlarına olmak üzere 3-5 santimetre yüksekliğinde ve değişik uzunluklarda kırmızı keçeli kalemle, harf veya rakama benzeyen ve anlam taşımayan şekillerin çizildiği görülmüştür. Olayla ilgili resmi işlemlere başlanmış, fail veya failleri yakalanmamış, araştırmalar devam etmektedir. Gece gündüz tedbirlerimiz sürmektedir. Bu olayı Adıyaman ilimiz Karapınar Mahallemizin hassasiyetlerini bilen art niyetli kişiler yapabileceği gibi çocukların da işi olabileceği düşünülmektedir.

Adıyaman Cumhuriyet Başsavcılığı da olayla ilgili tahkikat başlatmıştır. Adıyaman’da yaşayan vatandaşlarımız, sivil toplum örgütlerimiz, kanaat önderlerimiz 29 Şubat ve 1 Mart 2012 tarihinde ilde bir huzursuzluk olmadığını, birlik ve beraberlik içinde olduklarını açıklamışlardır. Olayı, sıkı şekilde takip ediyoruz. Güvenlik güçlerimiz, dikkatli ve ciddi şekilde olayı araştırmaktadır. İlimizde herhangi bir huzursuzluk yoktur, bu tür provokasyonlara itibar etmez. Adıyaman’da, geçmişte, 12 Eylül 1980’den öncesinde dahi mezhepsel ve etnik olarak huzur bozucu hiçbir olay meydana gelmemiştir.”

Olayla ilgili bütün ihtimalleri içine alan bir değerlendirmenin yapıldığına dikkati çeken Arınç, Adıyaman’da alevi yurttaşlara karşı münferit veya toplu bir olay hatırlamadığını vurguladı. Bütün ihtimallerin, içinde bir kötülük taşıyabileceği gözönünde bulundurularak araştırıldığını belirten Arınç, ”Umarım arkasından bir kötü niyetli çaba çıkmayacaktır” dedi.

-Yazar Güçlü’nün ifadeleri-

Arınç, yazar İbrahim Güçlü’nün, terör örgütü PKK’nın işlediği cinayetlere ilişkin Diyarbakır Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısına ifade verdiğinin hatırlatılması üzerine, yakinen şahit olduğu olaylar hakkında, geçmişten bu yana önde gelenleriyle bir şekilde arkadaşlık yaptığı bir örgüt için bir şey söylüyorsa İbrahim Güçlü’ye, Kemal Burkay’a ya da bir başkasına kulak vermekte fayda olduğunu bildirdi. Arınç, ”Onların söyledikleri benim bildiklerimden daha fazladır” ifadesini kullandı.

-Suriye-

Ülkelerin komşularını seçme şansı olmadığına işaret eden Arınç, devletlerarası ilişkilerde, ülke yararına olacak şekilde iyi ilişkiler kurulması gerektiğini vurguladı. ”Onların rejimlerini beğeniriz ya da beğenmeyiz ama diplomatik ilişkileri mutlaka kurarız” diyen Arınç, komşularla sıfır sorunlu bir politikanın takip edildiğini söyledi.

Türkiye’nin geçen yılın mart ayından bu yana Suriye’yle ilgili politikasını ortaya koyduğunu dile getiren Arınç, ”Bu politika neydi? Yanlış yapıyorsunuz, halkın taleplerine şiddetle mukabele etmeyin, reform taleplerini dikkate alın, yeni bir seçim yasası, yeni bir Anayasa değişikliği yapın” dedi.

Arınç, şöyle devam etti:

”Kuzey Afrika’da başlayan rüzgarlar Ortadoğu’ya sıçradığında gerçekten eski Hafız Esad döneminden kalan zihniyetin böylesine hortlayacağını ve şehirleri kuşatarak, bomba yağdıracağını doğrusu hiç tahmin etmemiştik. Ben, şahsen tahmin etmemiştim. Çünkü Beşşar Esad, bize daha güleryüzlü, daha batı yanlısı ve daha özgürlükçü bir insan karakteri çizmişti. Yanılmış olabiliriz ama bu yanılsamanın içerisinde Beşşar’ın ne kadar katkısı var? Yoksa eski kalıntılar mı iş başında? Yoksa bu şiddetin arkasında kendilerinin azınlıkta olduğu çoğunluk iktidara gelirse ‘bizim halimiz ne olacak’ endişesi mi var? Hepsini alt alta üst üste koyabilirsiniz. Biz, Türkiye olarak, Hükümet olarak çok önemli işler yaptık. Bu, bizim için sorumluluktur. Bizim dostluğumuz halkladır. Mesela zulmederlerse rejimlerle bizim dostluğumuz söz konusu değildir. Bunu defalarca açık yüreklilikle söyledik. Burada yaşayanların mağdur olmaması için her türlü tedbiri alıyoruz. ‘Nedir onlar’ derseniz, söylemem. Yaptıklarımız, söylediklerimiz, bizim tek başına Türkiye olarak bu işten ne kadar ızdırap duyduğumuzu gösterir.”

Suriye’de yaşanan vahşete ve katliama karşı Türkiye’den başka sesini çıkaran olmadığına dikkati çeken Arınç, ”Bir yıldan beri Türkiye, ne yapması gerekiyorsa yapıyor ama harp ilan edecek durumda değiliz. Askeri bir müdahale seçeneğimiz yok. Dolayısıyla bu rejimin, Arap Birliği ve Birleşmiş Milletler kararlarına göre zulümden ve şiddet uygulamaktan vazgeçmesi ve demokrasiye geçiş için her alanda baskı yapıyoruz, baskımız da devam ediyor” diye konuştu.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, ”Kürtçe medeni bir dil değildir” demediğini belirterek, ”Bunu deseydim o dili aşağılamış olurdum. ‘Kürtçe bu haliyle ilkokuldan üniversitenin son sınıfına kadar eğitim verebilecek zenginlikte mi? imkanlarıyla hazır mı? Bunu soruyorum’ dedim. Kendim bir hüküm koymadım ortaya. ‘Bir medeniyet dili değildir’ demedim. Şimdi bu sorumu doğru anlayanlar bana cevap verdiler” dedi.

Arınç, Refahyol hükümetine karşı çıkanların, bu hükümetin ardından siyasetin kime teslim edildiğine bakılması gerektiğini ifade ederek ”Türkiye’yi kimin eline verdiler? Belki bir vicdan muhasebesine girmeleri lazım” diye konuştu.

Arınç, 28 Şubat benzeri ağır ve hafif tonda pek çok şeyle muhatap olduklarını dile getirerek, ”Ama gücümüz vardı, prensibimiz vardı onları tek tek uyguladık. Bu yüzden anayasaları da değiştirerek, sivil-asker ilişkilerini batı ölçülerinde bir noktaya getirmek suretiyle daha çok demokratikleşerek, özgürlüklerin önünü daha çok açarak ve karanlıkta kalmış bütün olayların açığa çıkmasını temin edecek bir noktaya gelerek 28 Şubatların önüne geçtik. Bence AK Parti’nin güçlü iktidarı ve iktidarında başardıkları… Artık Türkiye’de bundan sonra demokrasiden başka bir şey yok, geriye dönüş yok, siyaseti dizayn etmek yok. Her kurum kendi görevini kendi yetki ve sınırları içinde yapacak bir noktaya geldi” ifadesini kullandı.

Bülent Arınç, 28 Şubat’la ilgili yargılama süreçleri olup olmayacağına ilişkin bir soru üzerine, 1960 ve 1980 darbesini yapanlardan kimsenin hesap soramadığını vurguladı. 28 Şubat’la ilgili yargılamaların yapılabilmesinin önünü açtıklarına dikkati çeken Arınç, şöyle devam etti:

”Olmaz. ‘Siz bunları yargılamayacaksınız, bize numara yapıyorsunuz’ dendi. Benim görevim bu korunmacı zırhı kaldırmak. Ondan sonrası yargının işidir. Nitekim yargı da davasını açtı. Benim işim bitti, bundan sonrası yargının işidir.

28 Şubat yargılanır mı yargılanmaz mı? O günün mağduru biziz ama bu işi sorgulamak ya da yargılamak benim işim değil yargının işi. Sen bir vatansever olarak o süreçle ilgili şikayetini yaptın mı? Yapanlar oldu, ama bu gürültü çıkaranlar değil. Gerçekten o günün mağdurları. Yargı onların şikayetlerini ele aldı. ‘Efendim 27 Nisan’da böyle bir şey olur mu?’ Yargıya bakacağız. Olursa onun da belki sonucunu göreceğiz. Ama şu anda yaşadığımız tüm olaylar, geçmişte yapılan TCK’nın suç saydığı veya kendi özel kanunlarında suç sayılan filler veya doğrudan anayasayı ihlal çabalarının artık karşılıksız kalmayacağını ve bunlarla ilgili bir zırhın olmadığını bize gösteriyor. Bunun motoru AK Parti’ydi. Bunun kararını millet verdi. O gün ‘hayır’ diyenler düşünsün, biz ‘evet’ diyenler olarak hem Allah’a hamd ediyoruz hem de milletimize ‘sen ne güzel iş yaptın’ diyoruz.”

-”Şimdi korkulardan kurtulduğumuz bir zamandır”-

Arınç, bir başka soru üzerine, her şeyin demokratik ortamlar içinde, yapılacak işlerin istenen seviyelerde olması noktasında bir sürece ihtiyaç bulunduğunu ifade etti. Arınç, şöyle konuştu:

”Mesela Mustafa Muğlalı Kışlasının, facianın yaşandığı bir yerde isim olarak verilmesine hiçbir akıl sahibi ‘doğru’ diyemez. Bu halka hakarettir, tarihe hakarettir, ölen 33 tane insanın kemiklerinin sızladığı bir facianın tekrarıdır. Ama Koşaner’in son görev tarihine kadar bu orada kaldı. Buna benzer daha neler… Ama sonunda bir genelkurmay başkanımız geldi, genel bir karar aldı. Dedi ki ‘bu kışlalara verilen isimleri tekrar gözden geçirelim, şu ilkeler dışında kalanların hepsinin isimlerini değiştirelim’. Sadece Mustafa Muğlalı Kışlasına ait spesifik bir olay olarak meseleye bakmadı, ben de hayran oldum. Bu, çok güzel bir şey. Şu veya bu ismi vermek yerine ‘şu konsept içerisinde isimler verilmeli’ dendiği zaman mesele bütünüyle çözülmüş oluyor. Buna benzer başka gelişmeler de var. Dolayısıyla efendim o onun amiri değil mi isteyince hemen kaldırması lazım. Ama iki kere iki değil.”

”Genelkurmay Başkanlığının Milli Savunma Bakanlığına bağlanması orduyu rencide edecek bir şey mi? Bütün demokratik ülkelerde böyle” yönündeki sözler üzerine Arınç, bunu bütün olarak düşünmek gerektiğini söyledi.

Arınç, sözlerini şöyle sürdürdü:

”İç Hizmet Talimatnamesi’nin 35. maddesi. Milli Savunma Bakanının nereye bağlı olacağı, Genelkurmayın veya kuvvet komutanlıklarının. Bunları genel bir çerçeve içerisinde oturtmamız lazım. Bir zamanlar Amasya Protokolü vardı. Onun demokrasiye yönelmesi için belli bir zaman geçti. Onun dışında kırmızı kitap vardı. Onun demokrasiye yönelmesi için belli bir zaman geçti. Burası Türkiye.”

Arınç, AB sürecinde bazı ülkeleri ziyaret ettiğinde, AB’ye ne kadar kısa bir zamanda uyum sağladıklarını gördüğünü belirterek, ”Avrupa’daki bazı ülkeler için demokrasiye geçiş belki hemen oldu veya bir sene içinde oldu. Ama bizde bir maddenin değişmesi bile 20 yıllık bir süreç aldı. Burası Türkiye, eskinin tortuları var, anlayışlar var, endişeler var, korkular var, endişeler var. Şimdi korkulardan kurtulduğumuz bir zamandır, bundan sonra özgürlük, hiç merak etmeyin” dedi.

-”Gençliğimizde Kısakürek’in etkisi var”-

”Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, konuşmalarında Necip Fazıl Kısakürek’ten neden bu kadar çok alıntı yaptığının” sorulması üzerine Arınç, yetişmelerinde pek çok şairin etkisinin bulunduğunu, ama daha çok geleneksel olarak Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif İnan ve Erdem Beyazıt’ın bulunduğunu ifade etti.

”Bu, bir ayıp değil” diyen Arınç, Başbakan Erdoğan’ın her toplantıda, konusuna göre farklı şairlerden alıntılar yaptığını bildirdi.

Necip Fazıl Kısakürek’in de gençliklerinde büyük bir etki yaptığını vurgulayan Arınç,”Necip Fazıl, bize göre bir mücadele insanıdır, bir mazlumdur. Hayatının en güzel yıllarını cezaevinde geçirmiştir. Fransa’da okumuştur. Dünya görüşü değiştiğinde büyük bir zulümle karşı karşıya gelmiştir. Çile kitabı vardır ve hakikaten büyük bir şairdir. Onun şairliğini Türkiye’de tartışan biri çıkmadı” diye konuştu.

”AB standartlarıyla Necip Fazıl’ın söylemleri karşılaştırıldığında çok fazla uyum görmüyorum” sözleri üzerine Arınç, ”Biz kimliğimizi koruyarak AB ile bütünleşeceğiz. Yani entegrasyon dediğiniz şeyi tamamen onlara benzemek olarak algılamıyorsunuz. Kendi kimliğimiz, kendi edebiyatımız, dilimiz, geleneklerimiz, dinimiz bunların hepsi var olacak” dedi.

”Necip Fazıl’ın şu fikirleri zararlıdır” kanaatinde olmadığını dile getiren Arınç, şunları söyledi:

”Şu fikirleri bugün söylenmemelidir. O kanaatte değilim. Onun söylendiği, yazıldığı hem o duygusal atmosferi hem o zamanın şartlarını bilerek biz bunları söylüyoruz. Tek parti iktidarının, darbeler döneminin en canlı tanığı olan bir insanın kendi ideolojisi için her şeyi göze almış bir insanın ve bize heyecan veren şiirlerinin bugün okunmasında ve hatta benimsenmesinde ben şahsen bir zarar görmüyorum.

‘Dindar gençlik istiyoruz’ sözünü de izah ediyor. Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz. Daha sonra ‘Gençliğe hitabe’ diye nesir olan bazılarının şiir olarak algıladığı bir sözünü de kullandı. Oradaki ‘kinini’ ifadesinin bir ‘kindar gençlik mi yetiştirmek istiyorsunuz’ şeklinde karikatürlere bile yansıdığını görüyorum. Bence hepsinin ayrı bir değeri var. Ama bunun muhafazakar, demokrat düşüncemizin içerisinde yer aldığına da inanıyorum. ‘Dindar gençlik’ yerine ‘inançlı gençlik’ denseydi aynı anlamı ifade eder miydi? Belki ederdi ama onun kullanılması da mahzurlu değil. O bütünlük içerisinde ‘şunu da unutmayın’ demiş olmasının bugüne ait bir tehlike olduğunu söylemeyin.”

-”Gölgesinden korkan insanlar var”

Arınç, pek çok hastalığın ilacının bulunduğunu, ama bir tek korkunun ilacının olmadığını belirterek, ”Korkmak isteyen bir çaresini bulup kurtulamadı bundan. Yani gölgesinden korkan insanlar vardır. Bir yerden bir şey çıkacak diye ödü patlayanlar vardır. Belki sizin örtünüzden korkan insanlar bugüne kadar çok oldu. Benim gümüş yüzüğümden korkan insanlar çok oldu. Fişlenmeler, faili meçhuller, siyasi suikastlar, bunlar geçmiş dönemlere ait” dedi.

Bu korkularla Türkiye’nin Malezyalaştığı, İran’a benzediği yönünde görüşler belirtildiğini dile getiren Arınç, ”10 seneden beri ne getirdik de millet bu korkunun etkisiyle ‘biz de İran’a mı döneceğiz’ dedi. Allah’tan korkalım. Şu yaptıklarımıza bakın, sokaklara, üniversitelere, sanat hayatına, siyaset hayatına bakın. Korkmayın artık. Korkunun ecele faydası yok bu bir. İkincisi herşeyden korkarsınız ne olacak bu işin sonu?” diye konuştu.

Kendilerinin korkmadığını, ancak birilerinin korkularının bulunduğunu ifade eden Arınç, ”Bunlar fareden de korkar. Korkmayacaksın arkadaş. Korktuğun bir şey varsa demokrasi içinde mücadeleni yapacaksın. Yazıyorsun yazacaksın, çiziyorsun çizeceksin, bağırıyorsun bağıracaksın. Bak Kılıçdaroğlu grup toplantılarında nasıl bağırıyor?. Ağzına geleni söylüyor. Tayyip Bey’in dişini sökecekti, şifresini bozacaktı, hesap soracaktı. Kendisi perişan oldu. Şimdi oyları yüzde 19’un altında. Korku diye bir şey yok Türkiye’de” ifadesini kullandı.

-”Cesaretli olduk, izzet bulduk”-

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, TBMM Başkanı olduğu dönemde komutanlarla 3,5 dakika görüşmesine ilişkin şöyle konuştu:

”Ben TBMM Başkanıyım. Hilmi Özkök Paşa ve yanındakiler gelmişler, içeride 3,5 dakika kalmışlar hatta benimle fotoğraf bile çektirmemişler… Fotoğrafları yayınlamak zorunda kaldık. Sonra biz onlara gittik. Ben saat tutmadım. Ama bir nahoşluk ve fevkaladelik var ki bunu takip edenler var. Ne oldu? Ben niye korkayım. Ne var bunda korkulacak. Ben onlara gittim. Her birinde yarım saatten fazla kaldım. Bir sebebi var. Konuştum çünkü orada. Neden korkuyorsunuz, ne demek istiyorsunuz, ne yapmak istiyorsunuz. Dördü de oradaydı.

Ama benim yanımda 3,5 dakika durdularsa ben onların yanında fazla kalarak bunlara bir şeyler söyledim. Ondan sonra 5 sene TBMM Başkanlığı yaptım, onlar da gitti bir taraflara. Eğer direnmeseydik, eğer birilerinden gelen haberlerle biz de geçmişte olduğu gibi ‘eyvallah’ deseydik biz bize yakışmayanı yapmış olurduk. Ama yola çıkarken cesur, ilkeli, kararlı olacağız, neye mal olursa olsun, çünkü geçmişte korkaklık gösterenler izzet bulamadılar. İzzet cesarettedir. Biz cesaretli olduk, izzet bulduk.”

Kürtçe eğitim ve öğretim konusundaki bir soru üzerine Arınç, Kürtçenin yaşayan bir dil olduğunu, alfabesi bulunduğunu, bu dilde pek çok eserler yazıldığını kabul eden biri olduğunu ifade etti.

AK Parti’nin Kürtçenin öğrenilmesinde ve konuşulmasında bir sakınca kalmaması için birçok çalışma yaptığını ifade eden Arınç, şöyle dedi:

”Bana sorulan soru şu. ‘Anadilde eğitim yapacak mısınız?’ Ben Diyarbakır’da ‘böyle bir projemiz yok’ dedim. Anayasada bu konuda bir yasak, engel var.

İkincisi anayasada yasak, engel olmasa da bu dilde bir eğitim yapmak için altyapı hiç hazır değil. Bu dili bilenler eğitim seviyesinde çok fazla değil. Şuradan biliyorum. Biz TRT Şeş’e eleman almak istedik. Yani ‘Kürtçeyi iyi bilen, ekrana aşina olan, elindeki metni televizyon yayıncılığına uygun halde bilen kaç kişi var’ dediğimizde hala bile eksiğimiz var.

Halk Kürtçesiyle konuşan çok fazla ama yazdığını, çizdiğini televizyona hazır hale getirebilecek elemanlar bulmakta zorlanıyoruz. Burada zorlandığımız halde ilkokuldan üniversiteye kadar benim anadilde seçenekli olarak ayrı bir eğitim dilini kabul etmemin mümkün olmadığını bilmemiz gerekiyor. Bunu da şu cümleyle ifade ettim. Bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış anladı. Ben ‘Kürtçe medeni bir dil değildir’ demedim. Bunu deseydim o dili aşağılamış olurdum.”

Arınç, Meclisteki konuşmasında Kürtçenin gramerinin, alfabesinin, yazılmış eserlerinin bulunduğunu ve muhataplarına ”Siz bu dili aşağılayamazsınız” dediğini vurguladı.

-”Beni eleştirdiler”-

Bülent Arınç, şöyle konuştu:

”(Medeni bir dil değildir) demedim ama söylediğim şu. Bunun bir medeniyet dili olup olmadığını sormak istiyorum. Yani bu dil kitabı olur, tiyatrosu olur, manzumu olur, şiiri olur ve şu kadar yıldan beri konuşulur. Burası Kuzey Irak’ın Süleymaniye’si değil. Orada bu dilde eğitim veren bir okul da olabilir. Ama gösterdiğiniz sadece Süleymaniye’deki bir okul. Dünyanın başka yerlerinde böyle bir eğitim var mı yok. ‘Kürtçe bu haliyle ilkokuldan üniversitenin son sınıfına kadar eğitim verebilecek zenginlikte mi? İmkanlarıyla hazır mı? Bunu soruyorum’ dedim. Kendim bir hüküm koymadım ortaya. ‘Bir medeniyet dili değildir’ demedim. Çünkü onu deseydim saygısızlık yapmış olurdum. Şimdi bu sorumu doğru anlayanlar bana cevap verdiler. Beni eleştirdiler.

‘Kürtçe, medeniyet dilidir’ dediler. İşte ben sorumun cevabını aldım ve bu yüzden mesela Orhan Miroğlu’na, Muhsin Kızılkaya’ya telefon açtım, teşekkür ettim. Belki başkaları da yazmış olabilir. Ama iki kişiye özellikle teşekkür ettim. Çünkü benim istediğim üslup da bu. Hakaret ederek, bağırarak Özgür Gündem’in üslubuyla veya ‘Azadiya Welat’ın yazdıklarıyla değil. ‘Aklı başında, bilimsel olarak ve vicdan sahihi olarak beni eleştirdiğiniz için size teşekkür ediyorum’ dedim.”

”Bir tek şeyi gördüm bugüne kadar. ‘Kürtçe medeniyet dili değildir, bununla eğitim yapılmaz’ diye bir yazı çıkmadı” diyen Arınç, şunları kaydetti:

”Yani bu şekilde düşünen ama bunu ifade etmekten çekinen, korkan pek çok insan var demek ki. Ama tam aksine ‘Kürtçe medeniyet dilidir, sen yanlış düşünüyorsun, aldın mı sorunun cevabını’ diyen pek çok insan oldu. Ya korkanlar azaldı veyahut da onlar da kabul ediyor ki Kürtçe bir medeniyet dilidir. Artık ben bu tarafa ağırlık verebilir haldeyim.”

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, ”2014’teki seçim, 2015’teki seçim hangi şartlarda cereyan eder, kim kalır, kim gider şartlar kimi gerektirir, onları o gün görürüz tahmin ediyorum” dedi.

Arınç, siyasi hayatının yıllarca sürdüğünü belirterek, AK Parti tüzüğüne göre, 2014’te milletvekilliğinin sona ereceğini, daha sonra kendisine kendisine biraz zaman ayırma fırsatının olacağını söyledi.

Arınç, parti tüzüğünün değişmesini arzu edip etmediğini sorulması üzerine de ”En doğru karar budur, Genel Başkanımız, Başbakanımız, partinin geleceği açısından bunu uygun gördü şu ana kadar. Bunda bir değişiklik olacaksa da o karar verir. Ama ben artık 40 senedir şurasında veya burasında, bu siyasi hayatta yapabileceğim pek çok şeyi yaptım, söyleyebileceğim herşeyi söyledim. Eksisiyle artısıyla, hatasıyla, faziletiyle bu noktaya geldik, hamdolsun. AK Parti çok güçlü, bundan sonraki kadrolarımız da bu işi büyük bir başarıyla götürecek, ondan da eminim. Ama kim Cumhurbaşkanı olur kim onun yerine Başbakan olur, partiye genel başkan olur, hiç bunları düşünmüyorum. Aynen kendimle ilgili soruşturmayı düşünmediğim gibi.”

2014 yılında Cumhurbaşkanlığı, 2015 yılında genel seçimlerin yapılacağını hatırlatarak, bu konuda bir tahmini olup olmadığının sorulması üzerine, şunları kaydetti:

”Bu konular görüşülecek konular değil, bir defa kader var, kader çizgisinde o gün kim olur, kime nasip olur bilemeyiz. Abdullah Gül Cumhurbaşkanımızı biz 27 Nisan 2007 günü de seçebilirdik, ama nasip değilmiş, 4 ay sonra nasip oldu. O gün bizim önümüze geçenler ‘bu iş bitti’ demişlerdi. Bu işin bitmediğini gördüler. Yani sosyal hayatta veya siyaset sosyolojisinde bu işler gelişmelere bağlıdır. O günü beklemek lazım. O gün de kim var kim kaldı, kim gitti bunu görmemiz lazım. Bir defa geçmiş bitti, geleceği bilmiyoruz, günümüzü değerlendirelim.”

Kendilerine düşenin ”hükümet olarak güçlü olmak, iyi icraatlar yapmak, parti olarak güçlü olmak” olduğunu belirten Arınç, önlerinde iki sene sonra mahalli seçimler olduğunu, amaçlarının mahalli seçimlerde başarılı olmak, belediye sayılarını artırmak olduğunu ifade etti. Arınç, ”2014’teki seçim, 2015’teki seçim hangi şartlarda cereyan eder, kim kalır, kim gider şartlar kimi gerektirir, onları o gün görürüz tahmin ediyorum” dedi.

AK Parti’nin içinden AK Parti’ye alternatif bir parti çıkartılacağına dair iddiaların olduğunun belirtilmesi üzerine Arınç, bunların hiç bir ciddiliği olmadığını söyledi.

Geçmişte Refah Partisi’nin içinde, Fazilet Partisi’nin içinde bölmeye, parçalamaya çalışanların olduğunu, ama bunların o zamanlar çok küçük, çok lokal olarak yapıldığını anlatan Arınç, AK Parti döneminde de bunlara benzer örnekleri gördüklerini, ayrılanların ayrıldığını ancak gövdenin sağlam kaldığını belirtti.

Arınç, ”Bir güçlü iktidar partisinin, hele hele birilerinin hoşuna gitmeyen bir partinin, şu ya da bu sebeple içinden parçalanmaya çalışılması doğaldır. Önemli olan sizin nasıl ayakta kalabildiğiniz. Ben bu dönemdeki arkadaşlarımızın çok kaliteli, partinin umdelerini benimsemiş, Türkiye’nin geçirdiği eski demokrasi çelmelerinden veya başımıza gelenlerden ders almış insanlar olduğunu biliyorum. Bir oltanın ucundaki solucana kanıp da yolunu değiştirecek insan sayısı azdır” diye konuştu.

-AİHM’deki davalar-

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) Türkiye’de giden çok sayıda dava olduğunun hatırlatılması üzerine de Arınç, 1-2 ay önce Strazburga’a gittiğini buradaki temasları sırasında AİHM Başkanı ile de görüştüğünü ve orada görev yapan Adalet Bakanlığı’nın gönderdiği hakim ve savcılarla da toplantı yaptığını anlattı. Arınç, AİHM’de Türkiye hakkında çok dava açıldığını, bu davaların da daha çok uzun süren davalarla ilgili olduğunu söyledi.

Arınç, konuşmasını şöyle sürdürdü:

”Yani yargılamanın uzun sürmesi… AİHM’de 2011’de zannediyorum 2 bin 250 dava, şimdi gidişata bakılırsa 3 bini geçecek gibi bu yıl içinde açılan davalar. Bu hem AİHM’in yükünü artırıyor, hem de Türkiye’yi sanki suçlu duruma düşünüyor. Bu konuda Türkiye’nin önlem alması çok doğru, uzun süren tutukluluklar, uzun süren davalar… Hatta uzun süren davalara bir içtihat da geliştirilmiş, bir davaya münhasıran olmak üzere bir dava bitmeden de İnsan Hakları Mahkemesi’nde sürecin başlayabileceği. Dolayısıyla Türkiye bu konuda sıkışmış durumda. O zaman yapacağı bir şey var; Türkiye’de yeni, etkin bir mekanizma kurmak suretiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmeden sorunların Türkiye’de aktarılabileceği bir merci. Bu çok doğrudur. Biz bugüne kadar bir kaç iş yaptık, 5-6 sene oldu, terör mağdurlarına tazminat ödenmesi kanunu çıkardık. Bu AİHM’e gidişi önemli surette azalttı. Çünkü biz devlet olarak müracaatları alıyoruz, belgelendiriyoruz ve kendisine tazminat ödüyoruz. Aynen Mal Tazmin Komisyonu’nun Kıbrıs’ta yaptığı gibi. Yargı mensupları, AİHM sözleşmesi ve bugüne kadarki yasal mevzuatı, yani Anayasanın 90’ıncı maddesine göre Türkiye’nin uluslararası sözleşmeler yaparak, taahhüt altına girdiği konularda özellikle fikir, düşünce özgürlüğü, temel haklarla ilgili doğrudan onları uygulamak zorundadır. Doğrudan uygulaması için de yeterli bilgi, deneyim tecrübeye ve zihniyete sahip olması gerekir. Bu çok önemli. Adli mekanizmalarla da ilgili, şimdi bir kanun getiriyoruz yargının hızlandırılmasıyla ilgili, ama onun içerisinde de yargıyı uzun süreli bir süreç haline getiren bazı ayıklamaları da yapmamız gerekir. İkisini de çözecek bir çalışmamız var”

AHaber