“Zulüm 1453’de başladı”

Medya
İbrahim Kiras, Ardan Zentürk, Taha Kıvanç, Mehmet Niyazi ve Özcan Tikit gündemdeki konuları değerlendirdiler. Ardan Zentürk / Gezi nerede kaybetti? Bu yazıyı, herkesin Gezi Parkı olaylarının yıldönümü...
EMOJİLE

İbrahim Kiras, Ardan Zentürk, Taha Kıvanç, Mehmet Niyazi ve Özcan Tikit gündemdeki konuları değerlendirdiler.

Ardan Zentürk / Gezi nerede kaybetti?

Bu yazıyı, herkesin Gezi Parkı olaylarının yıldönümü nedeniyle Taksim Parkı’na çağrıldığı gün yazıyorum, 31 Mayıs günü ne yaşanırsa yaşansın değiştirmeye de niyetim yok. Çünkü, toplumsal olayların romantik yönlerinden çok, gerçekleriyle ilgiliyim, insanları bireysel hayallerin peşinde değil, siyasetin kavramlarıyla bilgilendirmek gerekiyor. 

Bazı meslektaşlar, Gezi Parkı’na bu olaylarda kaybettiğimiz gençlerin anısına heykel dikilmesini düşünebilirler, düşünsünler, desteklerim, çünkü, geleceğin genç kuşaklarına, ‘68 kuşağı romantizmi ile 21.nci yüzyıl gençlerini sokak çatışmalarına süren kaşalotları hatırlatacak bir anıta ihtiyacımız var.

İşin aslı nedir?..

Türk siyaset tarihine “Gezi Parkı olayları” olarak geçen gelişme, kent orta tabakasının sosyal+siyasal değişimler karşısında yaşadığı rahatsızlıkların patlamasıdır. Doğal bir gelişmedir, bütün değişim toplumlarında bu tür “sosyal grizu” vakaları yaşanır, sistem mesajı alır, kendini yeniler, devamında her şey normale döner.

Kent orta tabakası örgütlü bir güç değildir, siyasi tekilliği yoktur, tepkicidir, aynı zamanda statükodan yanadır, sanayi burjuvazisi ile emek kesiminin siyasette  sergilediği kararlılıktan uzaktır. Gezi Parkı’nda olduğu gibi, siyaseti ve toplumu etkiler, herhangi bir kalıcı değişime yol açmadan, çekilir. Yani, kent orta tabakasıyla “devrim” yaratamazsınız, çünkü siyasi kararlılığı bir noktada toplamanız olanaksızdır.

Erdoğan’ın tek tavizi…

Başbakan Erdoğan, 12 yıllık siyasi iktidarının tek belirgin tavizini, Gezi Parkı olayları sırasında verdi, fakat, kent orta tabakasının romantik öykülerini masaya getiren STK temsilcileri bunu görmedi, ıskaladılar.

Erdoğan’ın, olayların tırmandığı bir sırada STK liderleri ve kanaat önderlerini Dolmabahçe’de toplayıp saatlerce görüşmesi, aslında, siyaseti iyi okuyan bir beyin açısından tavizin başlangıcıydı…

Başbakan, “vandalizm” ile suçladığı, “dış odakların maşası” olarak gördüğü bir eylemin önderlerini bir masa etrafında muhatap alıyordu. Bu davranış, siyaset biliminde “taviz” olarak değerlendirilir.

Asıl nerede kaybettiler?..

Başbakan bununla da yetinmedi. Toplantıda, Taksim’le ilgili mahkeme kararları ne olursa olsun konuyu “referanduma” taşımayı da önerdi. Bu, Erdoğan’ın muhataplarına belki de siyasi yaşamında verebileceği en güzel gol pasıydı. Konunun referanduma götürülmesi, olayın sosyal boyutunun siyasetin kulvarına rotalanmasını, Gezi Parkı’nda oluşan muhalif tepkinin siyaset zemininde yeniden şekillenmesine yol açacaktı.

Bana göre, Erdoğan, “referandum” teklifi ile “Rus ruleti” oynadı, siyasi kariyerinin en yüksek riskini aldı.

Gezi Parkı eylemcileri adına Başbakan’la buluşan “önderler”(!), belki de Türk siyasi yaşamının yeniden şekillenmesine yol açabilecek bu teklifi önemsemediler!..

Çünkü, bütün kent orta tabaka hareketlerinde olduğu gibi kendi aralarında birlik yoktu, siyasete değil, hayalini kurdukları “devrim”e odaklanmışlardı.

Eylemi durdurabilir, ülkenin yaşadığı kaos ortamını sonlandırabilir, “referandum” önerisini kabul ederek,Erdoğan’ı siyaset yaşamının en büyük meydan okumasıyla karşı karşıya bırakabilirlerdi.

Yapmadılar. Yeni havalimanından, 3’ncü Köprü’ye kadar uzanan  bir sürü saçma taleple siyaseti sokaktan yöneteceklerini sandılar.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Taha Kıvanç / Benim Bilderberg Maceram

Marx, “Beni üyeliğe kabul edecek kadar düşük seviyeli bir kulübe ben de üye olmak istemem” demişti. Bir zamanlar bu sütunda ‘dünya yönetici elitleri’ veya ‘gizli dünya devleti’ gibi sıfatlarla andığım ‘Bilderberg Kulüp’, Marx’ın sözünü dinlemek yerine davetine icabet ederek toplantısına katılmamla birlikte, seviye kaybetmiş olmalı…

Bu yıl katılımcılar listesine ve konuşulacak konuların başlıklarına baktığımda çöküşü hissetmemek elde değil… 91 yaşındaki Henry Kissinger, 82 yaşındaki Belçikalı Etienne Davignon ve Hollanda’nın 80’ine merdiven dayamış eski kraliçesi Beatrix’in inatları olmasa dünyanın çeşitli ülkelerinden meşguliyetleri başından aşkın 140 kadar insan Kopenhag’a gitme zahmetine katılmazdı büyük ihtimalle…

Toplantıların son 11 yılına hiç üşenmeden katılmış Ali Babacan bile “Benden bu kadar” demiş bu yıl… Belki de Marx’ın o sözünü yeni işitmiştir…

Marx dediğimde aklınıza Marksizmin babası Karl Marx gelmiyordur umarım. Kast ettiğim, siyah/beyaz komedi filmlerinin unutulmaz aktörü elbette… Beyaz perdede çoğu kez içinden çıktığı Musevi cemaatinden tipleri canlandırdığı halde, bizde nedense adı ‘Arşak Palabıyıkyan’ diye Ermenileştirilmiş Grucho Marx…

Sekiz yıl evvel “Bu yıl Kanada’da yapılacak Bilderberg toplantısına katılır mısın?” daveti geldiğinde de o sözü biliyordum, ama… Merak, ah o merak… Yıllarca bıkıp usanmadan hakkında olumsuz yazılar kaleme aldığım Bilderberg kendisini bana açma cesaretini göstermişken, benim, “Hayır, gelemem” korkaklığına düşmem herhalde beklenemezdi.

Yollara koyulmuştum…

Her yıl kendini biraz daha aça aça, Bilderberg üzerindeki ‘gizlilik’ örtüsü neredeyse bütünüyle ortadan kalkacak. Ben gidene kadar gazeteci katılımcılar içeride yaşananları yazılarına pek yansıtmıyorlardı; gittim ve ardından “Ben Bilderberg’teyken…” dizisiyle olan-biteni anlattım…

Danimarka’da yapılan bu yılın toplantısını kendi internet sitesinden duyurdu Bilderberg; katılımcılar listesini ve konuşulacak konuların ana başlıklarını da… Toplantı tutanaklarını, ‘kim ne söyledi’ ayrıntısı vermeden zaten kitaplaştırıp eski-yeni katılımcılarına gönderiyorlar; yakında o kitapları da siteye koyarlarsa şaşırmayın…

Bu yıl Türkiye’den Mustafa Koç, CHP’li Umut Oran, İnan-Suna Kıraç Vakfı’ndan Ümit Taftalı, Prof. Nilüfer Göle ve Cengiz Çandar katılıyor. Nobel ödüllü Kimyasal Silâhların Önlenmesi Örgütü’nün başındaki Büyükelçi Ahmet Üzümcü’yle birlikte…

Gittiğimde fark etmiştim; üç gün süren toplantıların oturumlarında konuşulanlar, herhangi bir panelde söylenenlerden pek farklı değildi… Onları dinlemek için her yıl bir haftayı ayırmaya, uzun yolculuklara katlanmaya hiç gerek yok…

‘Bilderberg’ denilince aklınıza gelmesi gereken, her davetliye açık oturumlar olmamalı…

Çekirdek bir kadrosu var Bilderberg’in; buna ‘her yıl katılanlar’ da diyebilirsiniz… 50-60 kişilik bir grup bu: Politikacılar… Yerel ve uluslararası bürokratlar… Gazeteciler… Fakat daha fazla olarak da işadamları: Bankerler… Petrolcüler… Sanayiciler… Birlikteliklerinin ‘sinerjisi’ kuvvetli…

Tahminim, onların içinden daha az sayıdaki bir grubun, genel toplantı vesilesiyle buluşmuşken, kendi aralarında daha dar bir görüş alış-verişi yaptıkları…

Aksi halde, genel toplantıda yapılan konuşmaların dünyanın aldığı biçimi öngörmekle uzaktan bile ilgisi bulunmuyor… Daha önce de yazmıştım, tekrarlayayım: Benim katıldığım toplantıda gündeme taşınan Ortadoğu bölgesiyle, global ekonomik gelişmelerle ilgili beklentilerin hiçbiri sonraki olaylarla doğrulanmadı. Hesaplar tutmadı…

Kanada’daki toplantıda en faal olanlardan biri BP’nin başındaki bir İngiliz’di: Lord sıfatı da bulunan John Browne… Bir yıl sonra hem BP’nin başındaki, hem de Goldman Sachs firmasındaki görevlerinden rezillenerek ayrılmak zorunda kaldı Baron Browne of Madingley…

Listeye baktım, bu yılın katılımcıları arasında yok…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

İbrahim Kiras / Zulüm 1453’de başladı

Dünyanın başka yerlerinde örneği var mıdır bilmiyorum, bizde böyle bir hastalık peyda oldu son zamanlarda. Kendi kimliğimize düşmanlık hissiyle bakmak, kendi geçmişimizden nefret duymak, dünyanın görüp göreceği en zalim, en kanlı insanların bizim atalarımız olduğunu düşünmek… 

Elbette hiçbir milletin tarihi sütten çıkmış ak kaşık değil. Özellikle de dünyanın her yerinde ve tarihin her döneminde toplumların istikametini belirleyen yönetici veya siyasetçi sınıfının maalesef pek melek tabiatlı insanlardan oluşmadığı bilinen bir husus. Bu bakımdan eleştirel bakacağımız, öfkeleneceğimiz, hatta utançla anacağımız sayfaları var bizim tarihimizin de. Ancak bazı başka örneklerle kıyaslandığında bizimkilerin kayda değer bile olmadığı söylenebilir, emin olun!

Ne olursa olsun kendi tarihinin her sayfasını serapa kötülükten ibaret görerek mirasçısı olduğu bir geçmişi ve mensubu olduğu milleti bütünüyle bir nefret objesi haline getirme tavrı sağlıklı bir tavır olamaz. Bir tür hastalık olabilir belki.

Çünkü bu “kendine yönelik nefret söylemi”nin içeriğini oluşturan iddiaların tarihi hakikatlere uymaması bir tarafa, insanın kendi atalarıyla ilişkisi anlamında da doğal olmayan bir tutumu yansıtıyor. Biliyorsunuz, babayla ilgili sevgi-nefret duyguları aşırı noktalara ulaştığında ruh sağlığıyla ilgili ciddi bir problemin ve kişilik sorunlarının habercisi olarak görülür.

Bu bakımdan “zulüm 1453’de başladı” gibi hezeyanları olağan bir ruh halinin ve sağlıklı bir kişilik yapısının üretebileceğini varsayamayız.

Kendinizi Bizanslıların yerine koyarsanız İstanbul’un fethine zulüm demeniz mümkün tabii. Ama yalnızca “bazı Bizanslılar”ın… Zira fetihten önce Bizans ikiye bölünmüştü. Esas itibarıyla imparatorluk ailesiyle saray bürokrasisinin oluşturduğu birinci grup ayakta kalabilmek için Katolik batı dünyasının kanatları altına sığınmayı kurtuluş yolu olarak görürken diğer grup “dinden çıkmaktansa” Türklerin himayesinde yaşamayı yeğliyordu.

İşin gerçeği şu: Osmanlı tehlikesinin adım adım yaklaştığı sırada Doğu Roma İmparatoru’nun yardım çağrısına Vatikan “eğer Katolik inancına girerlerse” Avrupa’daki güçleri Bizans’ın yardımına gönderebileceğini bildirerek cevap vermişti. Oysa Ortodoks Bizanslıların gözünde Katolik inancını kabul etmek Hıristiyanlıktan çıkıp kâfir olmak demekti. Üstelik Katoliklerin dördüncü haçlı seferi sırasında ele geçirdikleri şehirdeki Ortodoks ahaliye yaptıkları zulüm hâlâ hafızalardaydı.

Diğer yandan Türkler yönettikleri topraklarda yaşayan Hıristiyan ahalinin hem dini ve sosyal yaşayışlarını hem de can ve mal emniyetlerini koruma altına alan bir anlayışa ve bu doğrultuda bir siyasi sisteme sahiplerdi. Dolayısıyla Bizans ahalisinin önemli bir bölümü “Latin külahı yerine Türk sarığı görmeyi” tercih etmekte haksız değillerdi.

Ancak imparatorun artık böyle bir tercihte bulunması söz konusu değildi. Ahalinin canına, malına, dinine, kültürüne bir zarar gelmeyebilirdi ama kendi hükümranlığının ortadan kalkacağı belliydi. Bu yüzden Vatikan’ın “dinlerin birleştirilmesi” çağrısını kabul etti. Ayasofya’da anlaşma gereği Katolik ayini yapılmaya başlandı. Halk ise artık kirlendiğini düşündükleri büyük kiliseye yönelik boykot başlattı. Yani camiye dönüştürülmesinden daha birkaç ay öncesinde Ortodoks cemaat Ayasofya’dan elini ayağını çekmişti.

Fetihle ilgili kroniklerde çok net bilgiler yer almasa da 1453’deki kuşatmada Bizans halkının bütünüyle İmparatorun yanında şehrin savunulmasına katıldığını düşünmemek gerektiğine dair ipuçları var. Hatta son aşamada fethin kolaylaştırılması doğrultusunda içeriden yardımın gerçekleştiğini düşünen tarihçiler de var.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mustafa Karaalioğlu / Biraz durun. Durun da aynada kendinizi seyredin

Telefonları dinlediniz, özel hayatları kaydettiniz, fişlediniz, izlediniz, takip ettiniz, raporladınız. 

İnsanları kandırdınız, inançları kandırdınız, dindarları kandırdınız.

Tarihin en büyük ihanetine imza attınız, o ihanetin her sayfasına mühür bastınız; yetmedi önünde gülerek poz verdiniz.  

Bu toprağın insanının 150 yıllık iktidar çabasına karşı kılıç çektiniz.

Kavganın en sinsi, en bayağı, en yüz kızartıcısını yaptınız.

Yüzüne güldüğünüz kim varsa ihanet ettiniz, arkasından küfrettiğinizin eteğine yapıştınız.

Sınır tanımaz öfkeniz, kural tanımaz hevesinizin peşinde koşup durdunuz.

İktidar hırsınızı, sermayeye tamahınızı, takiyyeye sadakatinizi cihana gösterdiniz…

Ama oyun bitti artık, takke düştü.

Hala nedir bu bir şey olmamış halleri?

Nedir bu, acımadı ki cinlikleri?

Nedir bu hala ahlaktan, vicdandan, dinden, imandan bahis pişkinliği? 

Nedir hala o eski, sahte mektuplarla iş çevirme numaraları?

O devir geçti, pekala biliyorsunuz?

Ama hala…

İşinize gelirse sabah Acem düşmanı, gelmezse akşam İran muhibbi oluyorsunuz. 

Bir gün Esad’a lanetle yatıyor, ertesi gün bayrağını sallıyorsunuz…

Alevilerden nefret edersiniz ama masum gençlerin hatırası üzerinden, kavga çıksın diye Alevi türküleri söylüyorsunuz…

Kemalistler celladınızdı, şimdi bağıra bağıra aynı marşı haykırıyorsunuz… 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Markar Esayan / Beyaz Türklerin halk ile entegrasyonu…

Dün bahsetmiştim, uzun zamandır hayalini kurduğum Karadeniz gezisini nihayet yapmaktayım. Aylar öncesinden arkadaş grubumuzla planladığımız bir geziydi bu. Teklife evet derken Gezi nümayişlerine denk geldiğinin farkında değildim doğrusu. Yazıyı yazarken (31 Mayıs gecesi) herhangi bir can kaybı çok şükür yoktu. İnşallah kötü bir durum yaşanmaz. Ne yalan söyleyeyim; bu esnada Ayder Yaylası’nın huzur veren dinginliğinde olmayı da bir şans olarak görüyorum.

Ama her şey o kadar da toz pembe değil…

Anlatayım; konuya girmek için çok isabetli bir nokta olacak çünkü…

Turda altı kişilik arkadaş grubumuzun dışında bir grupla daha beraberdik. Diğer gruptan iki orta yaş üstü kadın, tüm tur boyunca ‘bizlerin de kendi kulüplerine dahil olduğumuzu’ varsayarak (Kibir böyle bir şey) tüm yolculuğu bir totaliter laik kibir ayinine çevirdiler. Başka türlü olsaydı duygularım değişmezdi, nefret sigara dumanı gibi zehirleyici çünkü; kalbi kurutuyor, kim ne adına yaparsa yapsın.

Sözcü dışında bir gazete okumadıklarından olsa gerek, çok şükür ki beni tanımadılar.

Durumun vahametini anlatabilmek için şöyle örneklendireyim: Düşünün ki Ruhat Mengi ve Banu Avar ile bir minibüstesiniz ve ikisi de Nazlı Ilıcak türünden kahkaha atıyor, es verdiklerinde ise memleketin kendilerinden geride kalan tüm kesimlerine verip veriştiriyorlar.

Arkadaşlarımın keyfi kaçmasın diye hiç renk vermiyorum. Ama bir yandan da benim için paha biçilmez bir laboratuvar ortamı sağlıyorlar. Kulaklarım sürekli onlarda. İyiniyetle, neden rahatsız olduklarını, bu öfke ve nefretlerinin neden kaynaklandığını anlamaya çalışıyorum.

Varsıl ve okumuş insanlar bunlar. İkisi de kolejli. Yaşları yetmiş civarında. Konuşmalarına İngilizce ve Fransızca kelimeler karıştırmaya özen gösteriyorlar. Bu bir tür ayin olmuş ve sanırım onlar için çok önemli. Ama o zorlama aksanlı konuşmalarından cehalet her konuda sırıtıyor. Almodovar’ın ‘Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar’ filminin kötü bir taklidinin setinde gibiyiz.

Bizim gerçekten çok ciddi bir föntürk (bu sıfatı ben bulmadım ama erkek versiyonu üzerinde çalışıyorum) sorunumuz var. Bu nefret ve cehaletin Erdoğan’ın üslubu veya siyasi gerginlikle açıklanabilir bir tarafı yok. Minibüs dere kenarında yol alırken aralarından bir tanesinin balık tutan bir hacı amcayı görünce ‘İnşallah takılır da dereye yuvarlanır gidersin’ demesi üzerine bizim grubun yüzü bembeyaz oluyor. Ciddi ciddi kederleniyoruz. O kadar mutsuz ve o kadar nefretlerinde kaybolmuş haldeler ki, içimiz öfkeden ziyade acıma hissi ile doluyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Abdülkadir Selvi / Çankaya formülleri

Cumhurbaşkanlığı seçiminde son düzlüğe girildi. Muhalefet partileri, çatı aday konusunda bir uzlaşmaya varamadılar. Ama bence Kılıçdaroğlu ile Bahçeli’ye kalsa, Erdoğan’ı ortak aday olarak göstereceklerinden eminim.

Ne yapsınlar. Erdoğan’dan başka türlü kurtuluş çareleri yok. Erdoğan Cumhurbaşkanı olduğu takdirde en azından girdikleri her seçimi garanti kaybedecekleri gibi bir kabustan kurtulmuş olacaklar.

Cumhurbaşkanlığı konusunda asıl hareketlilik AK Parti’de yaşanıyor. Partinin etkili isimleri Bülent Arınç ile Beşir Atalay, ‘Adayımız hazır ama açıklayamayız’ dediler.

O zaman ben açıklayayım dememi beklemiyorsunuz herhalde. Ama iki Başbakan Yardımcısı’nın ‘açıklayamayız’ dediği bir konuda, gazetecinin yapması gereken o ismi bulup çıkarmaktır. Cumhurbaşkanlığı konusu, AK Parti’yi çok önemli bir kavşak noktasına getirdi.

AK Parti;

1-Cumhurbaşkanı kim olacak? Sorusuna yanıt arıyor.

Erdoğan Cumhurbaşkanı olduğu taktirde;

AK Parti Genel Başkanı kim olacak?

Başbakanlık görevini kim üstlenecek?

AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan aynı şahıs mı olacak, ayrı ayrı mı olacak?

Genel Başkan ve Başbakan üç dönemlikler arasından mı olacak?

Bunlar önemli sorular. Bunlarla birlikte önemli bir soru daha var. O da Cumhurbaşkanı Gül’ün ne yapacağı. Cumhurbaşkanı Gül’ün kararı tüm dengeleri alt üst edecek, hesapların yeniden yapılmasına yol açacak.

AK Parti’de iki temel soru var. Diğerleri bunun cevabına göre şekillenecek.

1-Erdoğan Çankaya’ya çıkacak mı?

2-Gül, AK Parti’nin başına geçecek mi?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Niyazi / Allah Resulü’nün sevdiği şehir

Resulullah’ın çok sevdiği Medine’ye vardığımızda Nüans Turizm’in yetkililerinden Muhammed İleri bizleri karşıladı; ilahilerle otele yerleştik.

Akşam ve yatsı namazlarını Peygamber Efendimiz’in ravzasında eda ettikten sonra tekrar otele döndük. Bizlere tahsis ettikleri otel, Peygamber Efendimiz’in ebedi istirahatgahına çok yakındı. Sabah namazından sonra yetkililer tarafından Kur’an okundu; orada tanıdığımız Zekeriya Kurt bu kutlu beldeye geldiğimiz için güzel bir dua yaptırdı. Ardından Cennetü’l Baki ziyaret edildi; on binlerce sahabe kabri burada bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz’in kızları, oğlu İbrahim, torunları, amcası, halaları, süt annesi Halime bu kabristanda medfundur. Medine’de 14 asırdan beri bir tek mezarlık bulunmaktadır. Oradan geri dönerken gördüğümüz Peygamberimiz’in yeşil, yanındaki Hz. Ebubekir’in kurşuni kümbetleri insana huşu veriyordu.

Medine kelimesi Arapçada ‘şehir’ anlamına gelir; Medine-i Münevvere, Tayyibe kentin İslam tarihinde anıldığı isimlerden bazılarıdır. Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ettikten sonra burada Evs ve Hazreç olmak üzere iki büyük kabile bulunuyordu. Medineli Müslümanlar, şehre gelen Mekkeli Müslümanlara son derece iyi davrandıkları için kendilerine, ‘yardımcı’ anlamına gelen “Ensar” adı verildi.

Artık kafilemizin reisi Zekeriya Kurt Bey idi; Mescid-i Nebevi’nin civarındaki küçük mescitlere ziyaretler yapıldı. Allah Resulü’nün bayram namazlarını kıldığı, kıtlık zamanlarında yağmur duasına çıktığı yere yaptırılan mescide “Mescid-i Gamame”, yani ‘Bulut Mescidi’ denilmektedir. Peygamber Efendimiz’den sonra bu sünnet uygulanmaya devam edilmiştir. Gamame’nin yanında dört halifenin küçük mescitleri vardır; bunların hepsi Osmanlı’nın eserleridir.

Bedir, Medine’den uzakça bir mesafedeydi. Uhud’da Mekkeli müşriklerle Medineli Müslümanlar karşı karşıya gelmişlerdi. Bedir Harbi’nde müşrikler 70 ölü, bir o kadar da esir vermişlerdi. Bu savaşın intikamını almak için Ebu Süfyan komutasında üç bin kişilik bir orduyla Medine kapılarına dayanmışlardı. Medine’deki Müslümanların bin kişilik ordusu vardı. Peygamber Efendimiz Medine’den çıkmamak taraftarıydı; ama Müslüman gençler müşrikleri Medine’nin dışında karşılamak arzusundaydılar. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Özcan Tikit / Gezi başarılı olsaydı yıldönümünde anılmazdı

GEZİ’nin yıldönümü tahmin edildiği şekilde geçti. Katılım tahmin edilenden düşüktü. Dilerseniz ilginin neden düştüğünü sosyologlara bırakıp 1 yıl önce yaşananlara odaklanalım. 

Hatırlayacağınız üzere meselenin ağaç olmadığı bizzat eyleme önderlik edenlerce itiraf edilmişti. “Bu daha başlangıç” diyenler sonraki günlerde niyetlerini iyice belli ettiler. İktidarın Topçu Kışlası’ndan vazgeçmesi de pek işe yaramadı. Başbakanlık Ofisi’ni basma girişiminde bulunanlar, ortamı yumuşatmaya yönelik hamlelere verdikleri cevaplarla daha açık oynamaya başladılar. Birtakım kabul edilmesi imkânsız taleplerle şiddeti araçsallaştırdıklarını gözler önüne serdiler. Hal böyle olunca Gezi’nin sanıldığı gibi bir demokrasi arayışı olmadığı somut şekilde görüldü. Gezi’nin sandık yoluyla iktidara gelemeyenlerin “demokrasiden vazgeçiş” eylemi olduğu iyice anlaşıldı. Ayaklanmayı sessiz sedasız izleyen milyonlar da bu gerçeği görüp ona göre pozisyon aldı. Neticede de olay eşyanın tabiatına uygun şekilde noktalandı. Demokrasi kendini savundu. Siyasi iktidarı şiddetle sona erdirme girişimi, demokrasiyi koruma sorumluluğu bulunan meşru kuvvetlerce püskürtüldü. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Bülent Orakoğlu / Hükümeti yalnızlaştırma stratejisi

Paralel yapının başarısızlıkla sonuçlanan, 17-25 Aralık darbe girişimi sonrasında, MGK’da alınan, ‘devlete sızmış yapılarla topyekun mücadele’ kararı doğrultusunda, Ankara, Adana başta olmak üzere birçok ilimizde savcılar tarafından ‘Casusluk’ suçlamasıyla soruşturma başlatılmış, devlet kurumlarında, müfettişlerce yapılan, adli ve idari soruşturmalarda yaklaşık 509 bin kişinin telefonlarının büyük bir bölümünün, hayali suçlamalarla sahte isimler ile legal dinleme örtüsü altında, illegal ve usulsüz olarak dinlendikleri tespit edilmişti.

Yeni Şafak gazetesinin 28 Mayıs’ta manşetten verdiği 64 kişilik VIP liste haberi ise, paralel yapının telefon dinlemelerinde ülke menfaatleri ve milli güvenliğimize tehdit oluşturan faaliyetlerini açıkça gözler önüne sererken, hükümete yönelik 17-25 Aralık 2013 darbe girişimi hazırlıklarının yıllar önce başladığını, bu amaçla hükümetin içte ve dışta yalnızlaştırılmasına ve düşürülmesine yönelik ajitasyon faaliyetleri ve provokasyonlara hız verilerek, Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta ‘one minute’ restinden sonra sistematik bir şekilde hedef alındığını ortaya koymuştu.

Davos restinden sonra gerginleşen İsrail-Türkiye ilişkilerinde, İsrail lobisi AIPAC ve Neocon çetelerinin, Türkiye’deki uzantıları etki ve nüfuz ajanları ile müştereken uyguladıkları dezenformatik haberler içeren psikolojik harekat yöntemleri, algı operasyonlarına dönüştürülerek bu gerginlikten Türkiye ve Başbakan Erdoğan’ın zarar göreceği yönünde iç ve dış kamuoyu yönlendirilmeye çalışılmıştı.

Gerilimin, Başbakan Erdoğan ve Şimon Peres arasında yaşandığı, bu durumun Türkiye ve İsrail devleti arasındaki dostane stratejik ilişkileri etkilemeyeceği, Peres ve Erdoğan ikilisinden birinin iktidardan düşmesi sonrasında krizin biteceği yönünde yapılan analizler, iç ve dış basında kaybedenin, AK Parti ve Erdoğan olacağı, Türk hükümetinin İsrail tarafından mutlaka devrileceği yönünde uluslararası propagandaya dönüştürülmüştü.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / İktidar alternatifi sokaklarda üretilemez

Siyaseten mutsuz ve tatminsiz olduğunuz ve aktif siyasetin de içinde bulunmadığınız durumlarda, sokağa çıkıp gösteri yapmak mutsuzluğunuzu azaltsa bile onu yok edemez.

Eğer gösteri sırasında yasal sınırları zorlayıp polisin şiddetli müdahalesi ile karşı karşıya kalmışsanız, bu kez mutsuzluğunuza bedeninizin duyduğu acılar da eklenir.

Kaç kuşaktır bu tür durumlara ve bunların olumsuz sonuçlarına tanık olmuş, deneyimli bir toplumuz. Ve sonunda bu toplum demokratik ve meşru siyasetin benimsenecek en akılcı yol olduğuna karar verdi… Siyasetin önce sokaklarda sonra da kışlada şekillendiği model reddedildi.

Bu gerçeği görmemek, ya cahilliktir ya da gözü dönmüş bilinçsizliktir. 

Konuya daha somut yaklaşmayı denersek…

Diyelim ki AK Parti’nin her seçimi kazanması ve Tayyip Erdoğan’ın karizmatik bir lider konumunda kitlelerin desteğini alması sizi bunaltıyor.

Bu durumda öncelikle “Neden bir başka parti ve bir başka lider bunlara alternatif olamıyor” sorusuna cevap aramanız, gerçekçiliğin ve siyasi aklın gereğidir.

Sokağa çıkıp eylem koyarak “İstemezük” diye bağırıp çağırmanın AK Parti’yi ve Erdoğan’ı daha da güçlendirdiğini, barıştan, istikrardan ve gelişmeden yana olan geniş kitlelerin Erdoğan’ın arkasında daha da fazla kilitlendiğini, herhalde öğrenmiş olmalıyız.

Tabii ki her siyasi mutsuzun bir partiye katılıp, aktif siyasete girmesi gerekmez. Çağdaş demokraside çoğulculuğu ve çok sesliliği sağlayan yöntemlerden biri elbet de “Katılım”dır. 

Partilere yol gösterin

İşte bu katılım denilen yöntemi, sizi polisle karşı karşıya getiren sokak eylemlerinde yer almak yerine AK Parti karşısında desteklediğiniz partiye düşünce ve ufuk katkısı yaparak da uygulayabilirsiniz.

Örneğin neyi istemediğinizi, neye karşı olduğunuzu zaten sokak eylemleri ile seslendirmeniz mümkündür. Ama kitleler oy verecekleri partinin ve kişilerin nelere karşı olduğunu değil, neleri vaat ettiğini, hangi gerçekçi projeleri gerçekleştirmek için kendilerinden oy istediğini merak eder. Bir konuma karşı olmak ancak dar ve kemikleşmiş seçmen kitlelerine özgü bir tutumdur… Bu tutumun sahipleri de seçmen kitlesi içinde yüzde 10-15’i geçmez… 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Engin Ardıç / İşin tekniğine gelelim

Tamam işte, işin rengi belli: Recep Tayyip Erdoğan yeni cumhurbaşkanı. Büyük bir ihtimalle, beş yıl sonra da bir kere daha, yeniden cumhurbaşkanı (5 artı 5 formülüyle)…

Beş yıl sonra, 2019 demek… O yılın özelliği, her üç seçimin de birlikte yapılacak olması: Hem cumhurbaşkanı, hem meclis, hem belediyeler.

Eğer AKP 2015 seçimlerinde yeni bir anayasa yapacak yeterli çoğunluğu bulursa, “başkanlık sistemi altında 2019 seçimleri”…

Yok eğer bulamazsa, “bugünkü sistemle” 2019 seçimleri…

Vuslat o yıla kalırsa da, başkanlık sistemiyle bu sefer 2023 seçimleri!

Lakin havada kalan birçok “teknik” sorun var. Bu sorunların, 2019 değil, 2023 değil, hemen bu yıl, bu yıl da değil hemen şu iki ay içinde çözümü şart.

Şu anda Yüksek Seçim Kurulu başkanının yerinde olmak istemezdim.

Cumhurbaşkanını halkın seçmesi formülü kabul edileli, yani o referandumdan bu yana altı buçuk sene geçtiği halde, herhangi bir hazırlık yaptılar mı?

“Birinci tur 10 Ağustos, ikinci tur 24 Ağustos” deyip geçtiler.

O kadarına kör dedem de karar verir. Herhalde eylül ayına bırakıp anayasa dışına çıkacak ya da seçimi pazar gününden perşembe gününe çekip tarihe geçecek değillerdi.

Havada kalan sorulara çözümleri, kararları nelerdir?

10 Ağustos günü sandık başına gittiğimiz zaman oy pusulasında adayların fotoğrafları bulunacak mıdır? Bulunmayacaksa, okuma yazma bilmeyen vatandaş ne halt edecek?

Peki parti amblemleri olacak mıdır? Olmayacaksa, “dağdaki çoban” kimin hangi partinin adayı olduğunu nereden bilecek?

Yoksa “tarafsızlık ayağından”, mesela Tayyip Bey’in hangi partinin adayı olduğu seçmenden ustalıkla gizlenecek, hiç mi hiç belli edilmeyecek midir?

Hiçkimse bu konuda tereddüde düşecek kadar eşek değildir, tamam da, “diğerlerinin” kimin adayı olduğunu seçmen nereden bilecek? Herkes gazete okumuyor ki… Televizyonda gördüğü kadarıyla bir fikir sahibi olacak…

Çok zayıf bir ihtimal ama, diyelim ki iş ikinci tura kaldı: On gün içinde bu kez “ikili” yeni pusulalar mı basılacak, bunlar ne ara dağıtılacak?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / Avrupa… Bu travmaya hazır mıyız?

Adı üstünde işte!

Bizim seküler, seçkinci ve fakat ezik Batıcı kesime “Yerli Avrupalılar” adını boşuna vermedim. Avrupalı olmak için onca çırpınmalarına karşın elbette yerliler!

Güzeldir yerlilikleri! Nefret krizlerini bir yana bıraktıklarında onları sımsıcak insanlar kılar.

Sorun şu ki, bu yanlarını ya unuturlar ya da şiddetle unutmaya çalışırlar.

Kendimi de bütünüyle bu çerçevenin dışına koyduğumu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.

Nihayetinde aynı talim terbiyenin sakatladığı çocuklarız.

Yani aynı kurgulanmış hazların, aynı rahatsızlıkların, aynı unutkanlıkların meyvesiyiz.

Çoğumuz İspanya gezisinde İstanbul ve İzmir’den gelen gruba Elhamra Sarayı’nın tarihini bir türlü doğru düzgün anlatamayıp İspanyol rehberden doğru bilgi desteği alan, sıra Madrid’de Prado müzesinde Goya tablolarına gelince sular seller gibi şakıyan Türk rehberler gibiyiz…

Ve kabul etmek zorundayız, bu gerçekle hesaplaşmanın zamanı geldi de geçiyor.

Çünkü bu halimizle Avrupa’yı sevdiğimiz bile söylenemez; sevmek için “köle” bilincinin dışına çıkmak gerek.

Çünkü bu halimiz sürdükçe kendimizle tanışmamız ve barışmamız gerçekleşmeyecek! 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Vedat Bilgin / Çocukları kaçırmak çocukları sömürmek

Son günlerin en önemli meselesi Diyarbakır’da çocukları kaçırılan annelerin yüreklerindeki yangını dile getirmeleriyle ilgilidir. Terör örgütünün kaçırdığı çocuklardan söz ediyorum. Bazılarının utanmadan “bu çocuklar kaçırılmadı, örgüte katıldı” diyerek, hâlâ sözde bir taraftan terör örgütüne sempatik görünme çabasıyla esas olarak “bu iş bitmedi devam edecek” ümidiyle, içlerindeki “kana susamışlığın aşağılık tutkusunu” dışarıya vurmalarına şaşmamak gerekir. 

Yaklaşık on sekiz aydır devam eden kansız, gözyaşsız adım adım toplumsal barışın inşa edildiği bir dönemi başlatan “çözüm sürecinin” bitmesini isteyenler şimdiden ellerini ovuşturmaya başladılar bile. Daha düne kadar Kandil’e gidip “ne oturuyorsunuz  Güneydoğu elinizden gidiyor, bunca kan döktünüz, buna seyirci kalmak size yakışıyor mu” türünden kışkırtıcılık yapanlar;  “bu konjonktürü bir daha ele geçiremezsiniz Rojova’da devrim şartları oluşmuşken, Suriye’de durum değişmeden bir hamle de siz yapın” çağrısını yapanlar, şu anda mutlu ve ümitli vaziyettedirler. 

Kana susamışlık 

Hele bir kısım medyada “PKK saldırdı saldıracak” diyerek sürecin bir an evvel bitmesini, sürecin başarısızlığa uğramasını arzu edenler, bütünüyle yeni bir “kana, acıya, katliama susamışlık psikolojisiyle” sıraya girmişlerdir. Onların bir kısmının hesabı siyasidir. Çözüm sürecinde ortaya çıkacak başarısızlık, hükümete ve özellikle Başbakan Erdoğan’a karşı yeni bir cephe açılması anlamına gelmektedir. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Emin Pazarcı / 100 yıllık mektuba cevap

Başladı ve hazindir ki üç ay içinde bitti. 1912 Ekim’inde Rusların organize ettiği ve kışkırttığı Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan, peş peşe Osmanlı’ya savaş açtı. Yılın sonuna gelindiğinde Balkanlar elimizden gitti; Batı Trakya bile işgal edildi. 

Üstelik, Osmanlı kurşun dahi atamadı. Balkan Savaşı tarihimiz için ibretlerle doludur. Mesela, Selanik Garnizon Komutanı Şükrü Paşa, şehri eliyle Yunan’a teslim etmeye mecbur kaldı. Çünkü halk “savaş istemiyoruz” diye üzerine yürüdü. Çok çarpıcıdır, o savaşa karşı olup rahat etmek isteyenlerin çoğu, yenilginin ardından kılıçtan geçirildi. 

Balkan Savaşı’nda ders alınması gereken çok olaylar yaşandı! 

1907 Yılı idi… 

Karadağ’ın Tuzi Şehri’nde yaşayan Müslümanlar, eskiyen ve yıpranan Nizam Camii’nin onarılması için Osmanlı’ya mektup yazıp, talepte bulundular. 

Araya Balkan Savaşı girdi. 

Savaşı kaybeden Osmanlı, o topraklardan çekilince, Müslüman ahali gibi camiler ve medreseler de sahipsiz kaldı. Bakımsızlıktan yıkılıp virane haline gelenler, hayvan barınağına dönüştürülenler, çöplük olarak kullanılanlar oldu. 

Nizam Camii de bunlardan biriydi. Çünkü Osmanlı o mektubun gereğini yerine getirememişti. 

O mektuba cevap, aradan 100 yıl geçtikten sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden geldi. Tuzi’deki Nizam Camii, TİKA tarafından onarıldı ve ibadete açıldı. Başbakan Yardımcısı Emrullah İşler ile yaptığımız Karadağ Gezisi’nde bize de içine girmek nasip oldu. 

Üstelik o bölgede başka bir gerçekle de karşı karşıya kaldık. Gördük ki, aradan 100 yıl geçse de insanların bakışında hiçbir değişiklik yok. Dün Osmanlı’ya gözlerini çevirenler, bugün de Türkiye’ye bakıyorlar. 100 yıl önce Osmanlı’dan talep ettiklerini, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nden bekliyorlar. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ufuk Ulutaş / Mavi Marmara Gezi ve 17 Aralık

Muhtemelen geçen sene olduğu bu sene de asıl gündemimiz olması gereken Mavi Marmara baskınının yıldönümü, ana akım medyada Gezi olaylarının gölgesinde kalacak. 

Gezi olaylarını önemsemediğimden değil. Gezi olayları, kendisine atfedilen sanal önemler açısından değil; Türkiye’deki siyasal mühendislik çabasını ve bu çabanın dışarıdaki kabulünü göstermesi açısından önemliydi. Meselenin ağaç olmadığını artist Geziciler’in bile itiraf ettiği noktada Gezi-çevre ilişkisi kurmak ne kadar absürtse; 30 Mart seçimlerini dikkate aldığımızda Gezi’nin Türkiye’de yeni bir siyasi akım, anlayış tarzı, kuşak vs. doğurduğunu iddia etmek de o kadar gerçeklikten kopuktur. 
Gezi’de “çevreci iyi çocukların” kendilerini aktör hissettiği ama figüranlıktan öteye geçemediği bir ortamda yeşeren Kemalist-terörist birlikteliği, şiddeti körüklemeden başka bir işe yaramadı. Paralelcilerin üçüncü sacayağı olarak ve bu sefer açıkça denkleme girmesi de Gezi’yi bir adım ileriye taşıyamadı.   

Beklenen kuşak gelmedi  

O meşhur Z kuşağı, X ve Y kuşaklarından söylem ve içerik olarak kopamadı. Kemalist, anarşist ve paralelci ezberleri sosyal medyada farklı formlarda yuvarlayıp durdu. Olayların arkaplanı ve erken evrimi, devletin hatalarını dahi gölgede bıraktı. 
Elimizde mutant bir Kemalist-terörist-paralelci yaratığı, ilerde çocuklara göstermek üzere çekilmiş üç-beş selfie, yabancı basına verilmiş otoriterleşme malzemeleri ve cam-çerçevesi indirilmiş dükkan ve vandalize edilmiş polis araçlarından başka bir şey kalmadı.    
Asıl gündemimize dönersek… Mavi Marmara Türkiye için bir ilki temsil ediyordu. Mavi Marmara, geleneksel olarak Filistin davasına sahip çıkmış olan Türkiye’nin, Filistin için gösterdiği fedâkarlığın seviye atlamasıydı. Filistin’in işgalinin merkezinde yer aldığı çarpık bölgesel sisteme yönelik somut bir tehditti. 
Kaybedilen 10 can, baskının Türkiye’ye tek maliyeti değildi. Mavi Marmara Türkiye için, İsrail lobisinin nüfuzunun hissedildiği mecralarda ciddi bir siyasi maliyet oluşturdu. O günleri Washington DC’de yaşamış birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki sanki baskını Türkiye yapmış ve 10 tane İsrailli’yi öldürmüşçesine Türkiye’ye karşı düşmanca tavrın sergilendiği günlerdi. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hüseyin Yayman / PKK tarihinde bir ilk!

Diyarbakır’da neler oluyor? -2

Çocuklarını isteyen analar konusunda asıl mesele çocukların dağa zorla mı, gönüllü olarak mı gittikleri değil, PKK tarihinde ilk defa hem de ‘yurtsever ailelerin’ çocuklarını geri istemeleridir. Tabiki konuyu yakından izleyenler biliyor Abdullah Öcalan’da, diğer kadrolarda ailesinin iznini alarak bu mücadeleye girmedi. Ancak bu tez kimseyi aldatmasın. Bölgede çözüm süreciyle başlayan yeni bir dinamik var.

Çocuklarını isteyen analar mevzusuyla birlikte Kürt sorununda bir ezber daha bozuldu. Uzun zamandır ‘PKK’ya karşı önce bölge halkı sesini yükseltmeli’ diyenler şimdi susuyor. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar. Acı ama bir kez daha söyleyelim bu ülke acılar ve gözyaşı üzerinden bölünmüş durumda. Diyarbakır’da anaların acıları gözmezden geliniyor.

Taş atan çocuklardan dağa giden çocuklara…

Muhafazakarlar, solcular, liberaller, dindarlar, komünistler büyük bir susukunluk içinde. Bir çocuğu PKK’da olan ‘değer ailesi’ çocuğunu neden geri istiyor? Bu soru tarihidir ve önemlidir.

Türkiye, taş atan çocuklara sustu, boşaltılan köylere sustu, işkencelere faili meçhullere sesini çıkarmadı, bölgeden her gün tabutlar gelirken barış istiyoruz demedi. Bari şimdi sesini yükselt. Ama nafile, çünkü Doğu’nun acısını Batı, Batı’nın acısını Doğu anlamıyor. Sonra da bu çocuklar neden dağa çıktı diye soruluyor!

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yıldıray Oğur / Nefret etme ne olur

“Şuna evimizde zamanında yedirdiğimiz her lokma kan olsun, irin olsun.” Gezi Parkı eylemlerinin yıl dönümü için kibar bir eleştiri tweeti atan Markar Esayan’a bu tweeti atan arkadaş Bilgi Üniversitesi’nde sivil toplum dersleri veren bir insan hakları aktivisti.

Onun tweetine başına +1 diye yazarak destek verenin çalıştığı yer ise daha vahim; Hrant Dink Vakfı.

1908’de birlikte devrim yaptıkları Ermenileri hesaplar bozulunca 7 yıl sonra 1915’de kesen İttihatçıları öyle uzaklarda aramaya gerek yok yani.

Bu mention dizisinin altında “Onları tekrar evine sokan, iki lokma veren olursa bu dünyada yüzü gülmesin, bedduaysa beddua” diye yazan akademisyenin ise artık Bilgi Üniversisi’nde “milliyetçilik” çalıştığına, Recep Tayyip Erdoğan Obsessive–Compulsive Disorder  Mağdurları Derneği’nin internet sitesinde yazdığına o yüzden şaşırmamak gerek.

Aynı sitenin yazılarında kutuplaşma, nefret söylemi, ötekileştirme, erkek egemen dil tamlamalarını kullanma alanında muhtemelen Türkiye rekorunun sahibi saygın ve senior aktivist-yazarının bir yazısının başlığı şimdi de (+18): H…S…! Fıtratınız batsın, birbirinize müstahaksınız!

Hazır çocuklar yazının başından kaldırıldı bir tane de amaçlarından biri nefret söylemiyle, ataerkil dille mücadele olan Helsinki Yurttaşlar Derneği Türkiye şubesinin yöneticisinin bir bakan hakkında yaptığı RT’si gelsin:  “Al… k… s..tiğimin gavatı” 

Tek tweette derneğinin uğruna mücadele ettiği bütün literatürü yerle bir etmiş. Yerine de İslamofobinin kitabını yazmış.

Aynı derneğin kurucusu sosyalist demokrat hocanın AKP’nin yasakçılığını eleştirirken ortaya çıkan laik lapsusu yine de bu küfrün yanında İngiliz aristokratının tarizi gibi kalmış:

“Müdahale genellikle “kapatmak” biçiminde tezahür ediyor: içkili yerleri kapat, dershaneleri kapat, kadınları kapat, fezlekeleri kapat…”

Bir zaman önce AKP, Erdoğan eleştirilerinde bu Kemalist, modernist, oryantalist usul-u atikayı terk ettiği zannedilenlerin, fabrika ayarlarına dönüşü bir lapsus meselesi de değil maalesef. Soma’da Başbakan’ın yaptığı talihsiz maden tarihi konuşmasını eleştiren Beyaz Türk demokratları direniş bülteni yazarı zarif, demokrat, sosyalist yazarın aklına hemen gelen şeye bakın:

“Tamam 1400 yıl öncesinin çöl değerlerine sımsıkı sarılmış bir zihniyet için 19. yüzyıl elbette bir ilerlemedir.”

Bunlar da Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye’deki kurucularından, şimdi de Avaaz.org’un Türkiye temsilcisinin Twitter’ından  Türkiye gazetesi okurlarının sabrını daha fazla zorlamamak için özenle seçilenler:

“Super tespit, alkislarim… “@sunmetin: Hayvanlar depremi önceden hissettiği için bir tanesi yurt dışına gitti biliyorsunuz.”

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ceren Kenar / Çatışma medeniyetler arasında mı, yoksa içinde mi?

Avrupa’da aşırı sağın yükselişi yeni değil. 1990’lardan beri tehlike alarmı veren bir trend bazı anlarda daha görünür oluyor.

Geçtiğimiz hafta gerçekleşen Avrupa Birliği parlemento seçimleri işte bu anlardan biriydi. İronik mi dersiniz, paradoksal mı bilmem, ama  Avrupa Birliği parlemento seçimlerinin galibi Avrupa Birliği fikrine inanmayan siyasi partiler, yani aşırı sağ oldu.

Fransız Başbakanı Manuel Valls’ın  “siyasi bir deprem” olarak yorumladığı bu seçim sonuçları, Avrupa kamuoyunda yine yeni yeniden Avrupa nereye gidiyor sorularını sordururken, Avrupa’nın hasta adamı Avrupa oluyor analizlerinin ayyuka çıkması ile sonuçlandı.

Avrupa sağının yükselişine dair sebeplerin ne olduğuna dair geliştirilen fikir yürütmelerinde yeni bir madde yok. Ekonomik kriz, küreselleşmenin oluşturduğu toplumsal, ekonomik ve kültürel çalkantılar ilk akla gelen sebepler. On yıllardır yapılan siyasi doğruculuk mücadelesinin silemediği, halı altına süpürdüğü yaygın milliyetçilik ve ırkçılığın kriz anında savrulunan ilk durak olması Avrupa’da demokrasi ve liberalizmin gerçekte ne kadar içselleştirildiğinin haklı olarak sorgulanmasına sebebiyet veriyor. Göçmenlerin “olağan düşman” olarak görülmesinin en kolay ve zahmetsiz çözüm olarak ve popüler bir alternatif olarak çıkması, Avrupa’nın idealize edilen yönünden başka karanlık bir tarafı olduğunu da hatırlatıyor.

Avrupa’da aşırı sağın bir problem olması yeni değil, burası muhakkak. Lakin 2000’lerden itibaren bu hareketin daha görünür hale gelen bir unsuru var. İslamofobi bir ideolojik mühimmat olarak daha yoğun şekilde kullanılmaya başlanıyor ve radikal sağın popülaritesini arttıran bir unsur oluyor.

Bu fotoğrafa bakıp, Samuel Huntington’ın bir slogan haline gelmiş “medeniyetler arası çatışması” tezine hak vermek ilk bakışta akla yatkın ve makul geliyor. Ancak biraz durum irdelendiğinde durumun “medeniyetler arası çatışma” kavramı yerine, bu kavramın tam aksi olan “medeniyetler içi çatışma” analizinin daha yerinde olduğu görülüyor.

Nasıl Avrupa’da yükselen radikal sağ ve bunu tehdit olarak gören liberal gruplar arasında bir “medeniyetler içi çatışma” varsa, aynı şekilde Ortadoğu’da da dünyaya angaje olmak isteyen, demokrasi yanlısı gruplar ile izolasyonist, 3. dünyacı ve radikal gruplar arasında da bir “medeniyet içi çatışma” yaşanıyor. Nasıl ki Avrupa’da yaşanan çatışma aslında Avrupalılık kimliğinin dışlayıcı ve kapsayıcı yorumları arasında gerçekleşiyorsa, Ortadoğu’da yaşanan kavga da bu eksende seyrediyor. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…