Yazarlar gündemi nasıl değerlendirdi?

Medya
Star’dan Yalçın Akdoğan, Sedat Laçiner, Taha Kıvanç, Fadime Özkan, Ahmet Taşgetiren, Türkiye Gazetesi’nden Melih Altınok, Akşam’dan Mehmet Ocaktan, gündemdeki konuları değerlend...
EMOJİLE

Star’dan Yalçın Akdoğan, Sedat Laçiner, Taha Kıvanç, Fadime Özkan, Ahmet Taşgetiren, Türkiye Gazetesi’nden Melih Altınok, Akşam’dan Mehmet Ocaktan, gündemdeki konuları değerlendirdiler. İşte köşe yazarlarının gündemindeki ana maddeler… 

Mehmet Ocaktan / Umarım sizin kızlarınıza böyle bir saldırı olmaz

Hiçbir zaman böyle bir başlık kullanarak yazı yazmak istemezdim. Ama susmanın, insan olmanın haysiyetine hakaret olacağını düşündüğüm için yazmak zorundayım. Malum, Gezi olayları sırasında Zehra Develioğlu Kabataş’ta bebeğiyle birlikte Gezi çapulcularının saldırısına uğradı, başörtülü olduğu için aşağılandı, hakarete maruz kaldı. Sonra da Adli Tıp Kurumu’ndan aldığı raporla savcılığa suç duyurusunda bulundu. 

Tam sekiz aydır ne emniyet ne de savcılık bir sonuca ulaşabildi. Ne zaman ki paralel yapı millet iradesine karşı suikast girişimi başlattı, Türkiye düşmanlığında birleşen bütün kirli ittifaklar her gün yeni saldırılarla arzı endam etmeye başladılar. 

Kurulduğu günden bu yana dindarları aşağılamayı şiar edinen Hürriyet gazetesi ve yan kuruluşları, Kabataş saldırısı konusunda bu kez yeni bir fitneyle karşımızda. Kanal D’ye servis edilen şaibeli görüntüler birilerini çok mutlu etti… 

Paralelin kuyruğuna takılarak dindarlardan intikam almak için yola çıkan bütün laikçi medya, tarihi boyunca mütedeyyin insanlara eziyetin simgesi haline gelen CHP ve laikçilerin yeni müttefiki cemaat medyası, Zehra Develioğlu’nun yaşadığı acıları hiçe sayarak utanmaz bir saldırı başlattılar. 

Beyler aceleniz ne? 

Saldırı adli tıp raporuyla tespit edilmiş, üstelik de yargı süreci devam ediyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da ifadesiyle, “Attığınız manşetler doğru değil, adli tıp raporlarını nereye saklayacaksınız, nereye koyacaksınız?” 

Ama yok saldırmanız lazım değil mi? Sizi dindarlara düşmanlık konusunda hiçbir insani değer, ahlaki kural durduramaz. İnsanların acılarını yeniden kanatmaktan, onlara saldırmaktan zevk alıyorsunuz. 

Meğer başkalarının acılarından beslenen ne çok insan varmış bu ülkede… İsimlerinin önünde yazar, gazeteci sıfatları taşıyan koca koca adamlar bir kadının acılarıyla alay edercesine yazılar yazıyor, televizyonlarda ahkam kesiyorlar ve o hiç bitmeyen kinlerini kusuyorlar. Ülkenin ana muhalefet partisi CHP’nin temsilcileri hiç sıkılmadan bildiriler yayımlayıp mağdur bir annenin acıları üzerinden siyaset yapıyor. Yıllarca bu ülkenin mütedeyyin insanlarına eziyet etmekten bıkmadınız mı Allah aşkına? 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ahmet Taşgetiren / Kaça satarsınız memleketi?

Ahmet Taşgetiren’in satılmayacağını annenizden babanızdan emin olduğunuz kadar bilirsiniz.

Ahmet Taşgetiren’in, “Doğrucu Davut” denecek kadar, doğruluğun peşinde olduğunu bilirsiniz.

Ahmet Taşgetiren, Mücadele Birliği’nden ayrılırken yukarıdakilere “Sizi kılıçlarımızla düzeltiriz” ölçüsü nereye gitti?” diye sorarak ayrıldı. Nerede ne yapacağına dair hiçbir hesabı yoktu. Aylarca işsiz kaldı.

Ahmet Taşgetiren, Yeni Şafak’tan ayrılırken, atılırken değil ayrılırken, sadece Başbakan’la girdiği düşünce farklılığından hareket etti. Nereye gidebilirim diye hiçbir hesap yapmadı. Bir süre işsiz kaldı, sonra Aksiyon’un ve Bugün’ün sayfaları açıldı.

Ahmet Taşgetiren, Bugün’den ayrılırken, sadece Bugün’ün ve Camia’nın çizgisinden ciddi bir farklılaşma yaşadığı gerçeğinden hareket etti. Aksiyon’la, Burç FM’le bir problem yaşamadı. Ama Camia öyle bir sürecin içine girmişti ki, bundan Aksiyon ve Burç FM’in etkilenmeme ihtimali yoktu ve oralarda da sıkıntı olması kaçınılmazdı. Ayrıldı, ayrılırken, başka hiçbir yayın organı ile bağlantısı söz konusu değildi.

Ahmet Taşgetiren tabii ki yazmaya devam edecekti. Çünkü Türkiye’nin ve İslam dünyasının, çok hayati bir süreçten geçtiğini, Türkiye’nin Türkiye olma, İslam dünyasının gerçekten İslam dünyası olma mücadelesi verdiğini ve böyle bir mücadelenin önünün kesilmesi için çabalar sarfedildiğini görmekteydi.

Ve maalesef Camia adına ortaya konan tavır, onu üretenler farkında olsun olmasın, gidip, bu yol kesici operasyonlarla içiçe girmekteydi. Bugün yazmayacaktı da ne zaman yazacaktı?

Farklı gazetelerden teklif geldi.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Taha Kıvanç / İnternet var, bir de internet var…

Gazeteleri okurken gözüm ‘internet’ sözcüğü geçen haberlere fazlaca takılmaya başladı; özellikle de yabancı gazeteleri okurken… Keşke yasayı hazırlayanlar ve uygulamacılar dünyada olup bitenleri yakından izleseler…

Yarın önemli bir gelişme bekleniyor: Almanya Başbakanı Angela Merkel’in çıkacağı Fransa gezisinde Cumhurbaşkanı François Hollande ile görüşeceği konuların ilk sırasında ‘internet’ yer alıyor çünkü. Merkel, “İnternet trafiği ABD üzerinden geçtiği için bütün haberleşmelerimiz meraklı gözlere açık; bunu engelleyelim” görüşüyle hazırladığı teklifle Paris’e gidiyor…

Cep telefonu Amerikan istihbaratınca dinlenmişti Merkel’in; meraklanmış, internet üzerinden yaptığı bütün yazışmaların da ABD’ye mutlaka uğradığını öğrenmiş… Şimdi bu yanlışlığı ortadan kaldırmak istiyor ve bunun için Fransa’yı yanına alıp bir ‘Avrupa iletişim ağı’ kurma girişiminde bulunuyor.

Edward Snowden adlı CIA çalışanı gizli belgeleri çalıp medyaya verince ABD’nin herkesi dinlediği ortaya çıkmıştı; Avrupa ülkeleri o gün bugündür alarm halinde.

Geçen hafta Avrupa Komisyonu internet üzerindeki ABD tekelini ortadan kaldırmak için harekete geçti. Yayınlanan bildiri okunduğunda, Avrupa’nın ABD’ye güvensizliğinin her satıra sindiği görülüyor.

İnternet, malum, Amerikalılar tarafından askeri amaçlarla geliştirildi ve Pentagon’un gözetimi altında. Hâlâ böyle bu. Avrupalılar Pentagon ile ona iş yapan silâh sanayiinin, tekel durumunu, kendi çıkarları için kullandığını düşünüyor. Merkel-Hollande görüşmesinden çıkacak sonuç Komisyon’un tekelle mücadele sınırlarını da belirleyecek…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Sedat Laçiner / Devletleri güçlü kılan nedir?

Devletleri ve milletleri kurumlar ve yasalar oluşturmaz. Devletler ve milletler ortak değerler ve çıkarlar üzerine kurulurlar.

Başarılı bir devletten bahsedebilmemiz için herkesin üzerinde mutabık olduğu belli bir değerler-çıkarlar alanı vardır. Bu alan daraldıkça, o ülkenin geleceği tehlikeye girer.

***

Örnek verecek olursak Almanya, ABD ve Fransa gibi nispeten gelişmiş ülkelerde de siyasi çekişmeler vardır, ancak ana-akım partilerinin ülkelerinin geleceği ile ilgili hayalleri üç aşağı beş yukarı birbirine benzer. Farklılık daha çok yöntemdedir. Orada bile çoğu kez farktan çok nüanslardan bahsedebiliriz. Ciddi farkların olduğu alanlar ise çok kuvvetli değerler ve çok kuvvetli çıkarlar ile dengelenir.

Diğer taraftan Suriye’de, örneğin bir Suriyeli Kürt parçalanmış bir Suriye hayal ederken, Esad yanlıları sadece kendi dünyalarından kişilerin yönettiği bir Suriye’yi arzu ederler. Irak’ta da benzeri bir durumdan bahsedebiliriz. Bu ülkelerde hemen her siyasi partinin hayalindeki ülke bir diğerinin hayalinin tam tersi olabilir.

Kimi ülkelerde kitleler silah veya para zoruyla bir arada tutulmaya çalışılır, ancak bu tür birliktelikler en zayıf olanlarıdır. Bunlar zorluklarla karşılaştığı anda parçalanmaya mahkûmdurlar. En güçlü milletler ve en güçlü devletler olabildiğince gönüllü birlikteliklerdir.

***

Unutmamak gerekir ki toplumda oluşan bölünmeler ve kutuplaşmalar ortak mutabakat alanını daraltır, milleti millet yapan değerleri erozyona uğratır ve her bir grup farklı bir ülke hayal etmeye başlar. Hayallerde bölünme ülkeleri gerçek ayrışmalara götürür. Türkiye, böylesine acı bir tecrübeyi 1970’li yıllarda yaşamıştır ve bunun etkileri günümüze kadar sürmüştür.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fadime Özkan / Kabataş ve insanlıktan düşüş

Kabataş’ta yaşanan darp ve taciz olayına daha doğrusu olay anına ait olduğu iddia edilen görüntülerin ortaya çıkartılmasıyla Türkiye, genç bir annenin isminin, yaşadıklarının ve duygularının üzerinden bir kez daha çok sert bir tartışmaya girdi.

Olay, çevre duyarlılığıyla başlayan masumane bir tepkiselliğin ülke tarihinde benzeri görülmemiş bir provokasyonla tüm Türkiye’ye yayıldığı Gezi günlerinde yaşandığı için siyasi bağlamda konuşulması kaçınılmaz. Ama unutulmamalı ki olayın merkezinde bir insan var. Bu olayın mağduru! Hakarete uğrayan, darp edilen, taciz edilen ve yanındaki 6 aylık bebeği hırpalanmış bir anne o!

Olaydan 5 gün sonra alınan adli tıp raporunda kendisindeki ve bebeğindeki darp izleri hafiflemiş de olsa belgelenmiş. Görüştüğü üç kadın gazeteci Elif Çakır, Balçiçek İlter ve Halime Kökce mağdurun yaşadığı travmaya da, fiziki hasara da şahitlik etmiş.

Lakin o günlerde olduğu gibi bugün de sırf bir siyasi partiye muhalefet etmek için hakikati deforme etmekte, toplumsal barışı zedelemekte beis görmeyenler, şimdi de manidar bir zamanlamayla ortaya çıkarılan görüntülerde olay görünmüyor diye mağdurun beyanını, darp raporunu çöpe atmakta, gazetecileri linçe kalkışmakta.

Üstelik bunu “tacize uğrayan kadının beyanı esastır” gibi evrensel bir kabule rağmen yapmakta. Hatta bu genel kaide Türkiye’de de hem hukuki hem zihinsel olarak kabul görsün diye çabalamış, kadın hakları konusunda kariyer yapmış kadınlar dahi yapmakta!

Sanki bir kadının benliğine ve bedenine yönelen kötülüğü anlatması kolaymış gibi yapıyorlar. Anlatmakla olayı atlatması kolaylaşmayabileceği gibi bilakis onu dinleyenlerin hoyratlığına bağlı olarak durumun daha da zorlaşacağını, kalıcılaşacağını bile bile bunu yapıyorlar!

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yalçın Akdoğan / Bediüzzaman böyle değildi

23 Mart 2012’de Bediüzzaman Said Nursi’nin vefat yıldönümü sebebiyle bir yazı kaleme almış, üstadın kişiliği, yaşamı ve mücadelesinin Risale-i Nur gibi bir şaheser olduğunu, örnek alınması gereken bir ibret vesikası olduğunu belirtmiştim: “Peygamber efendimizin mucizeleri arasında birinci sırada Kur’an-ı Kerim, ikinci sırada ise bizatihi kendisi, yani ‘güzel ahlakı’ sayılır. Onun fiil, hal, söz, siret ve sureti davasının hakkaniyetine bir delil olarak verilmiştir. Düşmanları dahi onu ‘Muhammedül Emin’ diye nitelendirmiş, doğru ve dürüst bir şahsiyet olarak görmüştür. Hal ile kal (söz) arasındaki uyumu ortaya koyamayan düşünce adamlarının eserlerine vurgu yapılmıştır ama örnek şahsiyet olarak kişiliklerine atıf yapılmamıştır. Risalelerden çıkarılması gereken dersler gibi, Bediüzzaman’ın yaşamından da çıkarılması gereken dersler vardır. Said Nursi gibi sayısız zorluklarla, türlü sıkıntılarla başedebilen çok az ‘dava adamı’ vardır.”

Bediüzzaman sürüldü, zehirlendi, suikastlere uğradı, taciz edildi, hapse atıldı, ama hiç kaçmadı. Medrese-i Yusufiyeyi (cezaevini) kendisine tebliğ merkezi haline getirdi:  

“Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harblerde, bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim”.

***

Bediüzzaman ‘iman hakikatlerini dünyevi amaçlara alet ediyorlar’ şeklinde bir şüphe oluşmaması için her türlü maddi, dünyevi ve siyasi makamı elinin tersiyle itmiştir:

“Ben, cemiyetin îmanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum”.

Onun toplumsal hastalıklara karşı yazdığı reçetelerde isyan, başkaldırı, hizipçilik, grupçuluk yoktu. Varsa yoksa  ‘muhabbet’ dedi, ‘ittihat’ dedi, ‘ümit, sıdk, hürriyet, meşveret’ dedi.

O, şahsını değil şahs-ı maneviyi öne çıkarmış, “Baki hakikatler fani şahıslar üzerine bina edilmez” demiştir.

O, iman hizmetinin manevi gücünden başka hiçbir kuvvete dayanmamış, güç ve iktidar hırsı peşinde koşmamıştır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Nazif Gürdoğan / Edebiyatı medeniyet için bilmek

Kalıcı edebiyat, çağını anlatan edebiyattır. Her edebiyatçı çağının olumsuzluklarından sorumludur, çağını anlamak ve anlatmak zorundadır. Edebiyat, dipnot kaygısına düşmeden, yereldeki küreseli, küreseldeki yereli yakalamaktır. Hayatın anlamlı ve yaşanır kılınmasında, edebiyat da tarih gibi, bütün insanlığın birikimine, hem derinlik, hem zenginlik kazandırır. Tarihci geçmiş yüzyıllarda olanların, edebiyatçı ise gelecek yüzyıllarda olacakların peşindedir.

*

Evliya Çelebi, şeyh Galip ve Yahya Kemal’in eserleri, Anadolu insanının tarih içindeki büyük ve uzun yürüyüşünü anlatan, onun zengin düşünce ve eylem dünyasına açılan kapılardır. Onlar, edebiyatı medeniyet için bilirler, eşsiz hazinelerin perdelerini aralar ve çağlarının olumsuzluklarını dile getirirler. Edebiyatı medeniyet ekseninde ele alan, Sezai Karakoç’un vurguladığı gibi: ‘Tek medeniyet vardır, o medeniyet de gerçek medeniyeti’dir. Bütün edebiyatlar, medeniyet düşülmüş, uzun dipnotlardır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Eser Karakaş / Bırakın HSYK’yı falan da buraya bakın

Şu HSYK neymiş de biz öğrenememişiz.

Birinci aşama şöyle yaşandı: Daha üç buçuk sene yüzde altmışa yakın bir referandum oyuyla değiştirilen Anayasanın HSYK maddesi bu kez TBMM’de değiştirilmek istendi.

Üstelik bu girişimin öncülüğünü de Sayın Cumhurbaşkanımız yaptı.

Anayasayı bir kez daha değiştirmenin zorluğu görüldü, AK Parti Anayasanın öngördüğü yasayı TBMM’ye getirdi ve geçirdi.

Şimdi gözler ve dikkatler Çankaya’da.

Sayın Gül imzalayacak mı, imzalamayacak mı?

Anayasa Mahkemesi ne yapacak, yürütmeyi durdurma kararı alabilecek mi, alamayacak mı?

Tüm bu kavgalar, kırılan burunlar, parmaklar, akan kanlar, Köşk, Anayasa Mahkemesi, hepsi ne için?

Bazı hakimlerin ve savcıların bazı yerlerde göreve getirilebilmesi ya da görevden alınabilmesi için.

Peki kim bu hakimler?

Bu hakimler aslında gerçekten hakim yüce sıfatını taşımayı hakediyorlar mı?

Bu hakimlerin iyileri (!!!!!) yükseliyorlar, yüce mahkemelere, mesela Yargıtay’a üye oluyorlar.

Hakimlerle, HSYK ile ilgili tartışmaları çok siyasi bir düzeyde yürütüyoruz. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Melih Altınok / Tıpkı Fadime mi, yapmayın Oya Hanım

Mecburuz işte…

Tacize uğradığını iddia eden genç bir anneyi aylardır kolundan, bacağından çekiştiren kurtların sofrasında yalnız bırakamayız.

Kaldı ki, buna yalnızca Zehra Hanım için değil, bu erkek egemen toplumda “tehdit” altında olan tüm kadınlar için de mecburuz.

Çünkü Kabataş’la birlikte kolektif hafızamıza kazınan bu tartışmalar, yalnızca cinsel saldırılara maruz kalan muhafazakâr kadınların çığlığını bastırmayacak.

Bu olayda, tacize uğradım diyen kadına destek olmayı, “AK Parti’yi desteklemek” olarak lanse eden güruhun neden olduğu “aç aç “ söylemi, taciz, tecavüz, mobing mağduru diğer kadınları da ürkütecek. Suskunluk sarmalı derinleşecek.

Zaten mağduriyetlerini açık etmeleri, toplumun “hırsızın hiç mi suçu yok” baskısıyla cesaret gerektiren kadınlar, “AKPfobi”den gözü dönmüş kalem erbaplarının yazıları, konuşmalarıyla daha da sinecekler.

Keşke bir de  “mağdurum” diyen kadının ve bebeğinin vücudundaki tırnak izlerini, morlukları sayıp, “pek bir şey yokmuş canım” diyebilecek kadar alçalanlara politik argümanlar üreten hemcinsleri olmasaydı.

En azından ne bileyim çok sevdiğim Oya Baydar olmasaydı…

Taraf’tan ayrılmasına gerekçe olarak Ahmet Altan’ın “pavyondaki namuslu kadın” sözlerini gerekçe gösterebilecek kadar “hassas” olan Baydar, dün Kabataş mevzuuna girmiş T 24 isimli internet sitesinde.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ömer Lekesiz / Demokrasicilik

Hilmi Yavuz’un örgüt gazetesinde yer alan son yazısını ‘eski yazısı mı acaba?’ kuşkuları içinde okudum.

Şundan ki ‘Asr-ı Saadet ve Demokrasi’ başlıklı yazısında Yavuz, bu tip tartışmaların yoğun olarak yapıldığı ’70’li yıllardaki düşüncelerin bile çok çok gerisinde kalmış; ‘Demir’e göre… kabul edilemeyebilmelerini…’ vb. muğlak kelimelerle hem bilmediği sularda yüzmüş hem de Montgomery Watt, Şerif Mardin üzerinden açıkça Oryantalistlik yapmış.

Problem Yavuz’un yazısının başlığından başlıyor. Böylesi bir başlık başkalarının da ‘Asr-ı Saadet ve Komünizm’, ‘Asr-ı Saadet ve Monarşi’, ‘Asr-ı Saadet ve Teokrasi’, ‘Asr-ı Saadet ve Oligarşi’, ‘Asr-ı Saadet ve Teknokrasi’ vb. başlıklarıyla konuyu sulandırmalarına ruhsat oluşturuyor.

Ayrıca bu başlıkla, va’z edeni tarafından ‘tamamlanma iddiası’yla aleme hakim kılınan İslam’ın, şimdi bilinen ve gelecekte icat edilecek olan yönetim biçimlerini şu ya da bu yanlarıyla içkin bulunduğunu ancak her birini bir ‘parça’ hükmünde gören ‘İslami yönetim şeklinin’ hem onların tamamından fazla bir şey olduğunu, hem de İlahi bir din olarak yönetim bilgi ve anlayışıyla sınırlanamayacağını ıskalamış oluyor ve dolayısıyla ‘güya’ farklı bir değer yüklemeye çalıştığı İslam’ı onlara indirgeme yanlışına düşüyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / Dost-modern Aczmendilerin çarpıtılmış algı dünyası

Hem paralel medyada hem de sosyal medyada yer alan Erdoğan takıntılı bunca güdümlü yayın seçmen kitlelerini etkilemediğine göre, demek ki bu yayınlarla amaçlanan “Algı yönetimi”, küçük bir azınlığın “Kendin pişir, kendin ye” türü zihinsel beslenme faaliyetinden başka anlam taşımıyor.

Ülkeyi yönetecek kadroların seçmen tarafından belirlendiği sistem olan demokrasiyi kabul ettiğimize göre, artık ayyuka çıkmış ve toplumun belleğine yerleşmiş gerçekleri görmezden gelen bu yayınlar, sadece bunların üreticilerinin algılarındaki çarpıklığı artırır.

Sadece bu yayınları izlediğiniz zaman dini olduğunu iddia eden bir cemaatin, şeffaf olmayan ve devleti ele geçirmeyi planlayan bir eylemci örgüte dönüştüğünü göremezsiniz.

Eğer düşünce ve siyaset dünyanızı sadece bu yayınlara kilitlenerek oluşturuyorsanız, Gezi Kalkışması’nın Taksim’deki ağaçları kurtarmak için yapıldığını düşünürsünüz. Yakılan kamu araçlarından, başbakanlık çalışma mekânlarını hedef alan saldırılardan haberiniz olmaz.

Günahlarla dolu bir dünya 

Sadece bu yayınları izlediğinizde gerçekleri algılama yetenekleriniz o kadar körlenir ki, sonunda “Bilişim Çağı”nda bile, rüyalara veya televizyon dizilerine yerleştirilen Peygamber söylemleri ile siyasetin yönlendirilebileceğini düşünmeye de başlarsınız.

Kısacası bu yayınları üreten algı yönetimi mühendisleri gibi sizler de, dünyevi zaaflarla ve günahlarla dolu küçük bir dünyayı, tüm ülke halkının onayladığını düşünmeye başlarsınız.

Öylesine içine dönük ve gerçek ötesi bir dünyadır ki bu, internetin, sosyal medyanın başlatıldığı, Steve Jobs’un, Bill Gates’in ülkesi Amerika’da yaşarken bile, telefonda “Peygamberimiz tweetleri artırın dedi” diyen müridinize “Öyleyse siz de öyle yapın” diye talimat verebilirsiniz.

Oysa halk bu tür algı yönetimi girişimlerini ve bunların üreticilerinin nihai çaresizliklerini de defalarca gördü… “Toplum mühendisleri”nden sonra zuhur eden “Algı mühendisleri”nin mumlarının da söneceği günlerin yaklaştığı kesin.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mahmut Övür / Öcalan’ın ses bantları ve gerçekler

Türkiye, 17 Aralık’la birlikte çok yönlü bir saldırıyla karşı karşıya. Bir yandan yolsuzluk soslu operasyonlarla iktidar kuşatılıyor, öte yandan çözüm sürecini sekteye uğratmak için Öcalan üzerinden kampanya yürütülüyor.

İlginçtir bu kampanyanın bir ayağında cemaat, öteki ayağında cemaate karşı olan Aydınlık grubu var. Bu iki yapının aynı çizgide yer almaları garip olsa da şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı değil çünkü ikisinin de derdi AK Parti’nin iktidardan gitmesi.

Aslında o dönemde neler olup bittiğinin açık açık tartışılması gerekiyor. Bir kere o sorguyu yapanlar, o güne kadar devletin Kürt meselesindeki kanlı politikasını bizzat uygulayanlardı ve o politikada köklü değişim yapıldığını biliyorlardı.

Devlet, 1998’de bir noktaya geldi ve “devletin bölünmezliği ve hükümranlık hakları hariç her şeyin tartışılacağı” güvencesini, PKK da “Bağımsız Birleşik Kürdistan” talebinden vazgeçip silahı bırakma sözünü verdi.

Bu mutabakattan sonra iki önemli gelişme yaşandı. PKK ateşkes ilan ederek yeni bir barış süreci başlattı, Türk devleti de Suriye’den PKK’nın çıkartılmasını istedi.

Rahmetli Özal ve Erbakan’ın girişimlerinden sonra askerlerin yürüttüğü önemli bir süreçti bu. Türkiye strateji değişikliğine gitmiş ve o güne kadar inkâr ettiği Kürt gerçeğini kabul ederek, 35 bin insanın ölümünden sorumlu tuttuğu bir örgütün lideriyle görüşme kararı almıştı.

O gün ve sonrasında olanlar bu stratejinin bir parçasıydı. Öcalan Suriye’den çıkartılacak Avrupa’ya gidecek ve silahlı mücadeleye son verilecekti.

O günleri hatırlayın, Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş Suriye sınırında sert bir açıklama yaparak PKK lideri Öcalan’ın Suriye’yi terk etmesini istemişti. Çünkü Öcalan Suriye’de kaldığı sürece silahlı mücadeleye son veremezdi. Bunu en başta Suriye istemezdi.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Doç. Dr. Mustafa Tekin / Fetvalar havada uçuşurken

AK Parti ile Gülen Hareketi arasındaki kavga ve gerilimde, dikkat ederseniz “din dili”nin üzerinden ve onları da manipüle eden bir lügatçe etrafımızı kaplamış durumda. Atılan her bir adımın, siyasi manevraların dince meşruiyetini önemsiyormuş gibi yapan bir dil, yazıların genel çerçevesine hakim oldu.

 Meselâ; beddua etmekten mülaaneye kadar bunun dindeki yeri ve meşruiyeti konuşuldu. Bu durum, bir şeyin sadece dindeki şekilsel meşruiyeti düzeyine indirildi hasılı. Bu arada, İslam’ın uzun vadede insandan bekledikleri, estetik ve irfani açıdan bu yapılanların vicdandan ne derece cevaz aldığı kesinlikle atlandı.

Dinsel meşruiyetin şekilsel bir mekanizmaya indirgendiği, meselelerin geniş arkaplanları ve gidecekleri sonuçları hesap edilmediği taktirde, “fetva”ların sadece siyasal pozisyon alışları onaylamak ya da reddetmekten öteye gidemeyeceğiniöncelikle görmek gerekiyor. Bu bağlamda, fetvaların her ne kadar somut olaylara tekabüliyeti söz konusu olsa da, fetvaların soyutluğu gerçekten gündelik hayatta yaşadıklarımızın derunune bir türlü değemiyor.

Bu bağlamda gerek Hayrettin Karaman’ın Yeni Şafak gazetesinde 10.01.2014 tarihli “Vakıflara Bağış Rüşvet Olur mu?” başlıklı yazısı ile, gerek Ali Bulaç’ın Zaman gazetesinde 13 Şubat günü çıkan “Havuzun Suyu” başlıklı yazıları doğrusu tipik iki örnektir. Her şeyden evvel soyut olarak ve genel ifade ettikleri itibarıyla her iki yazının altına imzamı atarım. Buraya kadar bir sorun yok. Yalnız, her iki yazarın siyasi pozisyon alışları, aidiyetlerini hissettikleri yerlere meşruiyet devşirmeye çalışmaları ve somut yaşanan olaylar nezdinde “fetva”ların araçsallaşması insanı daha çok üzüyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…