Yazarlar gündemi değerlendirdi

Medya
Yeni Şafak’tan Yusuf Kaplan, Abdülkadir Selvi, Star’dan Yalçın Akdoğan, Yiğit Bulut, Cemil Ertem, Ahmet Taşgetiren ve Sabah’tan Mehmet Barlas bugün gündemle ilgili önemli tespitlerde bulunuyor.  ...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan Yusuf Kaplan, Abdülkadir Selvi, Star’dan Yalçın Akdoğan, Yiğit Bulut, Cemil Ertem, Ahmet Taşgetiren ve Sabah’tan Mehmet Barlas bugün gündemle ilgili önemli tespitlerde bulunuyor. 

İşte yazarların bugünkü yazılarından öne çıkan başlıklar…

YUSUF KAPLAN: SELEFİLER, MISIR’I NASIL BATIRDILARSA, ‘CEMAAT’ DE TÜRKİYE’Yİ ÖYLE BATIRIYOR! 

Markar Esayan, Çarşamba günkü yazısını, ‘tehlikenin farkında mısınız?’ diye sorarak bitirmiş. 

TEHLİKENİN FARKINDA DEĞİLİZ HENÜZ! 

Hayır, tehlikenin farkında değiliz. 

Küresel sistem, Türkiye üzerinden çok katmanlı, zekice, İngiliz-işi küresel bir saldırı için düğmeye bastı…

Burada ayartıcı ve hedef şaşırtıcı bir komplo teorisi filan geliştirmiyorum. Komplo teorilerine iltifat etmeyecek kadar ne dediğini bilen, söyleyecek sözü olan biriyim.

Sonuçta, ne olduğunu bilemediğimiz, boyutlarını henüz tam olarak kestiremediğimiz küresel bir saldırıyla karşı karşıyayız.

Saldırı, Türkiye’nin büyümesine; siyasî, ekonomik, teknolojik ve stratejik hedeflerini büyütmesine; bölgenin geleceğini belirleyecek ölçekte önalan ve önaçan yürüyüşüne yönelik, dolayısıyla Türkiye’yi Menderes öncesi döneme fırlatacak büyüklükte bir saldırı değil sadece.

Saldırı, Türkiye’nin coğrafî sınırlarını kat be kat aşıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın! 

AHMET TAŞGETİREN: PARALEL DURUŞLAR

Kadri Gürsel ve Serdar Turgut’un son günlerde yaşanan hükümet ve cemaat gerilimlerine dair değerlendirmelerinin can alıcı bölümlerine atıfta bulanan Taşgetiren bugünkü yazısında önemli tespitlerde bulunuyor. İşte Ahmet Taşgetiren’in yazısı…

Ak Parti iktidarının İsrail’e, ABD’ye, AB’ye yönelik politikalarının, bu arada İran’la ilişkilerinin bizzat Fethullah Hocefendi nezdine kadar ulaşan çerçevede, Cemaat tarafından eleştirildiği, tepki gördüğü biliniyor. Bunlar, dış politika değerlendirmesi boyutunda kaldığı ölçüde dikkate alınabilecek yaklaşımlar olarak görülebilir.

Ancak buradan yola çıkıp, İsrail, ABD ve AB platformlarında oluşan Tayyip Erdoğan – Davutoğlu – Ak Parti muhalefetine paydaş olmak ve daha ilerde bunları hizaya getirme sürecini beslemek, hareketin Türkiye’liliği konusunda ciddi şüphe ve endişe doğurur.

Hocaefendi’nin Amerika’da bulunması, Amerika’daki eğitim yatırımları, Amerika’nın etkilediği dünyadaki çalışmaların selameti vs. Camia’yı, bu dünya ile ilişkide belirli bir hassasiyete sevkedebilir. Ama Amerika ile ilişkilere yönelik bu hassasiyetin, Türkiye’de “aykırı giden” bir siyasi çizgiyle hesaplaşma boyutunda da operasyonel bir duruşa sevketme riski dikkate alınmalıdır.

Kaldı ki, Amerika ile uyumu sürdürmek de kolay değildir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız! 

YALÇIN AKDOĞAN: KİME MUHABBET, NEYE HUSUMET DUYUYORUZ?

Bu köşedeki yazılarımı takip eden okurlarım çok iyi bilirler ben uzun zamandır ‘uhuvveti ve muhabbeti’ tavsiye eden yazılar yazıyor, sağduyu ve itidal çağırısı yapıyorum.

Birkaç hafta önceki yazılarımda “Uhuvvet (kardeşlik), muhabbeti (sevgiyi) besler, sevgi ise huzura sebep olur; bunlar huzurun, esenliğin ve barışın temel taşlarıdır; adavet ve düşmanlık insanın kendi kendini yiyip bitirmesine yol açar” demiş ve Bediüzzaman hazretlerinin şu çağrısını aktarmıştım:

“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı ‘Mü’minler ancak kardeştirler’ kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.”

AK Parti 10 yıl boyunca birlik siyaseti yürütmüş, geliştirdiği demokratik iklimde her kesim gibi manevi çalışmalar yürüten grup ve oluşumların da daha fazla neşvünema bulmasına, hatta yüzyılın en rahat ve semeredar dönemlerini geçirmesine zemin hazırlamıştır.

Cemaatler, tarikatler vemanevi çalışma yürüten oluşumlar, kendi zeminlerde çok önem verdiğimiz çalışmalar yürütüyorlar. Bu gruplar içinde gerçekten çok değerli, çok fedakar, çok çilekeş insanlar var. Kendisini hakka ve hizmete adayan güzel insanlara karşı kem gözle bakmak kesinlikle söz konusu olamaz.

Biz hak yolda yürüyen cemaatlere muhabbet duyarız, hükümete kasteden şebekelere de husumet besleriz.

Bu grupların gözümüzdeki değeri AK Parti’ye oy verip vermemesiyle de değişmez.

Yazının devamını okumak için tıklayınız! 

YİĞİT BULUT: TÜRKİYE NE Mİ YAPIYOR?

Bir dostumuz mesaj atmış: Japonya, Singapur, Malezya’da ne yapıyorsunuz?

Şaka yollu da olsa bu sorudan yola çıkmak ve “üretim-bilgi-vizyon temelli Türkiye” modelini tartışmaya açmak istiyorum…

Sevgili dostlarım, ne demek “üretim-bilgi-vizyon temelli bir ekonomi modeline” sahip olmak?

Bu soruya cevap ararken geçmişi hatırlamamız ve özellikle Türk ekonomisinin 1946 sonrası nasıl bir temele oturduğunu sorgulamamız gerekli….

1946 devalüasyonu ve ikinci dünya savaşı bunalımında “yön arayışı” ile iyice bunalan Türkiye, dışarıdaki yerleşik yapının içeride türetmeye başladığı “burjuva sınıfına” ve onların uzantısı olan siyaset adamlarına maalesef teslim oldu… 1950-1960 arasında “kendini bu yapıdan” kurtarmayı deneyen Menderes ve ekibi, Türkiye’yi bu kalıptan çıkarmayı denese de “içerideki türetmelerin tahrikleri” ve dış odakların “tezgahı” ile Türk Askeri tarafından linç edildiler… Ordu iyi niyetle (aklınca) hareket ediyordu ama aslında Türkiye’nin geleceğini-bağımsızlığını ve potansiyelini biçiyordu… Aynı durum 1960’tan 1977’lere kadar devam etti. Yerleşik yapı palazlandı, Burjuva’nın biti kanlandı, halkın varlıkları transfer edildi. 1977-1980 arasında “Türkiye’de başlayan fikri ve maddi” kıpırdanmaya izin verilemezdi, “NETEKİM DE” verilmedi! 1980’de yine aynı çark çalıştı ve 1960’da Türkiye’yi “asker süngüsüyle” tuzağa yeniden çeken DÜZEN, bu sefer yine aynı yola başvurdu. 1980-2003 arası yöntemin “sadeleştiğini” fakat 28 Şubat ve elektronik darbe denemeleri dahil yapının aynen çalıştığını gördük. Sistemin özü hep aynıydı; “dışarıdaki düzen-içerideki türetme taşeronlar-yaratılan medya-sanal kamuoyu” gibi unsurlar el ele vererek, askeri de SON ÜTÜCÜ olarak kullanarak, Türkiye’yi istedikleri kalıba döktüler…

Yazının devamını okumak için tıklayın! 

CEMİL ERTEM: SİZİ DEŞİFRE ETTİK; BUYRUN BUNDAN SONRA KONUŞUN!

Bu hafta JP Morgan, yayınladığı strateji raporunda, Türkiye’nin ‘sorunlu’ olduğunu bildirerek, Türk hisse senetleri için nötr pozisyonu ‘ağırlığı azalt’ pozisyonuna indirdi. Diyeceksiniz normal bir rapor değil mi, üstelik tam şu sıralar; hayır değil. Çünkü bir kere raporun sahibi JP Morgan, ikincisi bu raporda çok ilginç ayrıntılar var; JP Morgan, gelişmekte olan ekonomiler içinde en çok şu günlerde Rusya’yı beğeniyor, üstelik Rus hisselerinin alınması yönünde yatırımcılarına tavsiyede bulunuyor.

Rus ekonomisi halen -müthiş altyapısına rağmen- petrol ve doğalgaz dışında dış ticarete konu olan mallar üzerinden büyüyen bir ekonomi değil. Rus ekonomisini, kısa vadede, enerji fiyatlarının yukarı yönlü hareketi dışında çok az gelişme yukarı çekebilir. Demek ki JP Morgan, Rusya’nın enerji pazarında ve fiyatlamasında kazanacağı bir sürece girdiğini ön görüyor. Bu çok önemli; çünkü raporda önemli bir ayrıntı ile örtüşüyor bu durum. O ayrıntı da şu; banka, söz konusu raporda, Halkbank’ı stratejik 10 şirket -top 10- listesinden çıkarıyor ve bu listede Türkiye’den yalnız bir GSM operatörünü bırakıyor. Ancak bu ayrıntı burada bitmiyor; yine bu raporun ortaya çıktığı ve Halkbank’a yönelik yıpratmanın devam ettiği günlerde ortaya çıkan haber, neredeyse doğrulanıyor: Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IIKBY) petrol gelirlerinin Halkbank yerine, JB Morgan’a yatırılması… Burada JP Morgan’ın öne çıkması, 2003 yılında, BM’nin Irak Kalkındırma Fonu (DFI) adına bu bankada (New York) hesap açmasına bağlanıyor.

AA’ya açıklama yapan, Diyala Milletvekili Hasan Özmen, paralar kesinlikle JP Morgan hesabına yatacak diyor tam bu raporun çıktığı gün…

Yazının devamını okumak için tıklayın! 

ABDÜLKADİR SELVİ: PENSİLVANYA YOLUNDAKİ ÜÇÜNCÜ KİŞİ KİMDİ

Başbakan’ın, benim de aralarında yer aldığım bir grup gazeteci ile Dolmabahçe’deki görüşmede varlığını duyurduğu , ‘Islak imzalı mektup’ bir gerçeği hatırlamamıza neden oldu.

‘Barışmayı bilmeyenler kavga etmemeli.’ Birileri kavga ederken birilerinin de kavgayı durdurma ve sulhu temin etme adına yollara düştüğünü bu vesile ile öğrendik.

Meslek büyüklerim Fehmi Koru ile Alaattin Kaya’nın Cumhurbaşkanı-başbakan ve Hocaefendi arasında yürüttüğü trafikten söz ediyorum.

Fehmi abi, köşesinde nasıl gidip geldiğinden tutun, uçak biletini kimin aldığına kadar birçok ayrıntıyı okuyucularıyla paylaştı.

İyi de yaptı.

Böylece yazılanlardan her ayrıntısına özen gösterilen bir süreç yaşandığını gördük.

Krizin çözülmesi adına kiminle görüşülmesi gerekirse görüştükten, Pensilvanya’dan, ‘Sulhname’ ile döndükten sonra bazı yaşananlar tuhafına gitmiş olmalı Fehmi abi’nin.

‘Öyle veya böyle; ortada bir çelişki olduğu açık…’ diyordu.

Yazının devamını okumak için tıklayın! 

MEHMET BARLAS: “UYAN EY GÖZLERİM, GAFLETTEN UYAN”

Eski dilde “Hab-ı gaflet” denilirdi, şimdi bu kavrama “Gaflet uykusu” deniliyor. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı hedef alan geçen yılın ocak ayındaki yargı operasyonu arkasındaki güdülerin çok açık ve seçik biçimde tahlil edilmesine rağmen “Paralel devlet”in üzerine o zaman gidilmemesi, “Acaba yöneticilerimiz gaflet uykusuna mı dalmışlardı” kuşkusunu doğal olarak gündeme getiriyor.

Oysa bu konuda hemen karar vermek doğru değil galiba… Siyasetçilerin bazı gerçekleri bilerek, bunları görmezden gelir gibi davrandıklarına defalarca tanık olmadık mı?

Ben bunun en somut örneğini, Turgut Özal’ın kendisine karşı girişilen suikastın dosyasını kapatmasında görmüştüm. Özal, ANAP Kongresi’nde kendisine kurşun sıkan suikastçının izini sürdürmüş, bütün ilişkilerini saptamıştı. Ama bunları bir nevi hasıraltı etti. 

Acaba uyudu mu? Kendisine “Neden böyle yaptınız” diye sorduğumda da “Bu karanlık ilişkilere yoğunlaşsaydık, reformları yapamazdım. Başka hiçbir meseleyle ilgilenemezdik” demişti.

Acaba Başbakan Erdoğan da mı böyle baktı “Paralel devlet”in MİT’i hedef alan 7 Ocak girişimine? Bu şekilde “Dershaneler” konusu gündeme gelene kadar gaflet uykusundaymış gibi mi görüntü verdi ve icraatını aksatmamaya çalıştı? 

Yazının devamını okumak için tıklayın! 

NİHAL BENGİSU KARACA: ALÇAK KRİMİNALLER

HAMBURG’da yaşanan olaylar Avrupa’nın ilgisini çekme-me-ye ve Alman basınında da yer alma-ma-ya devam ediyor. Oysa Almanya, Hamburg’da şu an AB yasalarını bir hayli zorlayacak bir tedbire imza attı. Bazı semtleri “tehlikeli bölge” ilan etti. Güvenlik güçleri sıkıyönetimi aratmayan tedbirler aldılar, polis onlarca kontrol noktasında keyfi aramalar yapıyor, insanları sorgulayıp gözaltına alıyor. ABD bile ülkedeki vatandaşlarını uyarmak durumunda kaldı ama AB’den bu konuda çıt çıkmıyor.

Çatışmalar sol grupların işgal ettiği “Rota Flora” adlı kültür merkezi ve Reeperbahn semtindeki Esso evlerinin boşaltılması yüzünden çıktı. Ancak gerginliğin başka bir nedeni var ki, söz konusu olaylarla İstanbul Gezi olayları arasındaki benzerliği artıyor. Kimilerine göre olayları ateşleyen, “Occupy Wallstreet” eylemine paralel başlayan “Occupy Hamburg” adını taşıyan düzenli bir grubun kaldığı kampın sabah saatlerinde polis tarafından dağıtılması oldu. Gelinen noktada 8 bin Hamburglu polisle çatıştı ve toplam 170 polis ve 20’si ağır 500 gösterici yaralandı.

Polis göstericilere cop, biber gazı ve tazyikli su ile müdahale etti. Maskeli bir grubun Davidwache polis karakoluna saldırıp üç polisi yaraladığı yalanı uyduruldu. Hamburg’da üç semt “tehlikeli bölge” ilan edildi. Uygulama kapsamında hafta sonunda toplam 400 kişi kontrol edildi, 45 kişi geçici bir süre gözaltına alındı ve ardından serbest bırakıldı. 90 kişinin ise belirli yerlerde toplanmaları yasaklandı. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız! 

SERDAR TURGUT: BAŞIMIZA SARILAN BELA

GEÇEN yılın eylül ayının 9’u ile 23’ü arasında bu köşede bir dizi yazarak büyük bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunu söylemiştim. O yazı sürecinin tam ortasına düşen 16 Eylül Pazartesi günkü yazının başlığı “Dikkat! Türkiye’nin Başına Kirli Çorap Örülüyor”du. 

Yazının girişini burada aktarmak zorundayım:

“Suriye’nin (ve dolayısıyla Türkiye’nin) global güç merkezlerinde ele alınış biçimi üzerine sürekli çalışmakta olduğumdan, bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunu hissediyordum. Son birkaç dokümanı okurken ise başımdan aşağıya kaynar su dökülmüş gibi oldum. O tehlike artık yaklaşmakta değil tam da kapımızın eşiğindeydi ve kapıyı çalmak üzereydi. …Oynanmak istenen oyun öyle pis, öylesine acımasız ki öğrendiklerim bir gazeteci olarak beni korkutuyor.

Son sızdırılan istihbarat raporlarına göre, Amerikan istihbaratının elinde kimyasal silahın Suriye’deki muhalif güçlerce kullanıldığına dair delil varmış. Burada kastedilen muhalif güç, Türkiye’nin yakın durduğu ve desteklediği güçler. Dahası sıkı durun; muhalif güçlerin yaptığı öne sürülen kimyasal saldırıda kullanılan malzemenin Irak’ın Sünni bölgesinden elde edilip Türkiye üzerinden geçirilerek Suriye’deki muhalif güçlere verildiği söyleniyor.

Gerçi raporun hiçbir yerinde Türkiye açıktan suçlanmıyor ama ima net ve açık. Dahası raporun bir yerinde, Türkiye’de yapılan bazı baskınlarda sarin gazının bulunduğu söylenilerek ima daha da güçlendiriyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız!