Siz buna aşırı sağ mı diyorsunuz?

Medya
Fehmi Koru, Rasim Özdenören, Ardan Zentürk, Gökhan Özcan, Hayrettin Karaman, Süleyman Seyfi Öğün, Markar Esayan, Ardan Zentürk, Orhan Miroğlu gündemdeki konuları değerlendirdiler. Hayrettin Karam...
EMOJİLE

Fehmi Koru, Rasim Özdenören, Ardan Zentürk, Gökhan Özcan, Hayrettin Karaman, Süleyman Seyfi Öğün, Markar Esayan, Ardan Zentürk, Orhan Miroğlu gündemdeki konuları değerlendirdiler.

Hayrettin Karaman / İslam, demokrasi ve Medine Vesikası

Kimi insanlar İslâm’a söz gelmesin diye İslâm ile demokrasiyi aynılaştırmaya çabalamakta, bunların birbirleriyle bağdaştığını iddia etmektedirler. Bu yüzden de demokrasiyi; bir mekanizma, bir teknik, bir siyasi otoritenin ve iktidarın elde edilişini ve kullanılışını sağlayan bir araç olarak ele alırlar. Bunların karşılığı olarak da hilafeti, imameti, bey’atı ve şurayı öne çıkarıp kullanarak bunların demokrasi ile bağdaştığını savunurlar.

Halbuki demokrasinin bir üzerine oturduğu zihniyet, bir de bunu yürüten mekanizma, yani pratiği vardır. Demokrasinin oturduğu zihniyette, felsefi temelde beşerin Yaratan’a denkliği, üstünlüğü veya bağımsızlığı vardır. Burada insan Allah’tan bağımsızdır. Demokrasinin esası budur ve bunun İslâm ile katiyetle bağdaşmayacağı kanaatindeyim. Eğer bu noktada anlaşıyorsak, bütünüyle (felsefesi ve tekniği ile) demokrasi Müslümanların siyasi sistemi olamaz. Ancak demokratik mekanizma, İslâm ve siyaset teorisinin ilkeleri doğrultusunda -daha iyisini buluncaya kadar- kullanılabilir.

Sırf mekanizma ve işleyişi bakımından değerlendirmek gerekirse, İslâm ile demokrasi arasında bazı benzeşmeler ve hatta bizler için elverişli pratikler bulunabilmektedir. Asıl problem, demokrasinin kökeninde beşeriyetin bulunması değil, Allah’ı işe karıştırmaması, hâkimiyetin doğrudan ve kaynak olarak halka ait olduğunu ilke olarak kabul etmesidir. Ayrıca demokrasiyi savunanlar, laiklik ve çoğulculuğun içinde barınamadığı bir demokrasinin de olmayacağını söylüyorlar. Demokrasilerde dinli dinsiz, eşcinsel olan ve olmayan, dini ahlak ve hükümlere riayet eden ve etmeyen her kişi; eşit değer, durum ve haklara sahip olarak bir arada yaşarlar. ‘Eşit değer, durum ve haklar’ da, Batı tipi demokrasinin İslâm ile bağdaşmaz oluşunun bir başka delilidir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Orhan Miroğlu / Alevi sorunu diye diye

Kürt sorunu dedik, ama bu sorunun aslında bir ‘Türk sorunu’ olduğunu unuttuk, faturası ağır oldu bu unutkanlığın.

Şimdi de, Alevi sorunu diye diye, aslında bu sorunun bir Sünni sorunu olduğunu unutuyoruz.

Kürt sorununun bir Türk sorunu olduğunu anlayabilmek için ağır bir fatura ödedi bu toplum. Eğer geç kalınırsa korkarım, Kürt sorununda ödediğimiz bedellerden bile daha ağır bedelleri Alevi sorununda ödemeye mahkum oluruz.

Eruh ve Şemdinli baskınlarına doğru teşhis koyulamadı. Bu teşhisi, geniş vizyonu ve görüşleri itibariyle, Türk siyasi hayatında koyabilecek tek lider olan Özal bile teammüllerin dışına çıkamadı. Bodrum’da tatildeyken yaptığı açıklamada, bu eylemin birkaç çapulcunun, bir iki eşkiyanın giriştiği eylem olduğunu söyledi. O ‘çapulcuların’ eylemleri çığ gibi büyüdü. Siyasi bir harekete dönüştü. Trajedi böyle bir şey olsa gerek. Özal o hareketi sekiz yıl sonra, normalleştirmek isterken, şüpheli bir ölümle hayata veda etti.

Türkiye, çözümü Kürt sorunundan daha kolay ama, çözülmezse, Kürt sorununun yol açtığı felaketlerden daha büyük felaketlere yol açabilecek bir sorunla karşı karşıya.

Etnik kimlik çatışması bizi bölmedi, ama mezhep çatışması daha vahim sonuçlara yol açabilir.

Son bir yıl içinde her ne sebeple olursa olsun, sokak gösterilerinde hep Alevi gençlerinin ve çocuklarının vurulup öldürülmesi, Eruh ve Şemdinli baskını kadar vahim bir toplumsal kırılma noktasıdır. Sokak gösterilerinde ölenlerin hemen hepsinin neden Alevi gençler olduğu sorusuna doğru cevaplar verilmez ve bu mesele marjinal bir takım eski sol grupların bir kışkırtması olarak görülmeye devam edilirse, yarın her şey için çok geç olabilir.

Kürt sorunu, özünde bir Türk sorunuydu, çünkü ‘makbul vatandaşlık’ kimliği olarak Türk kimliği, Kürt kimliğinin inkarı üzerine inşa edildi.

Ulus- devlet inşası bu inkar üzerine oturmasaydı, Kürt kimliği yasaklanmayacak ve Türkiye daha demokratik bir ülke olacaktı.

Kürt kimliğinin inkarını sona erdiren çok farklı faktörlerden söz edilebilir, silahlı mücadele mi zamanın ruhu mu, her ikisi mi, bunlar tartışılabilir, ama bence en önemli faktör, Türk halkının, aydınıyla, sivil toplumu ve siyasetiyle, inkardan kabule dönüşen zihniyet dünyasıdır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Markar Esayan / Kıyıya vuran aydınlar…

Nilüfer Göle Hürriyet’e verdiği söyleşide, iki sene öncesine kadar ‘düzgün’ giden işlerin nasıl olup da böyle aniden kötüleştiği konusundaki açıklamaları oldukça ‘verimli’ buldum. Çünkü bugün Erdoğan’a karşı bayrak açan isimler, iki sene öncesine kadar Erdoğan’a destek vermekteydi. Onların tezine göre sorun başlı başına Erdoğan’dan kaynaklanıyordu. Bir ‘bilim insanı’ olarak böyle bir tezi savunmak Göle için tabii ki zor. O yüzden birtakım açıklamalar getiriyor, birazdan göreceğiz.

Biraz geçmişe gidelim, ama çok az…

3 Nisan 2010 tarihinde Hürriyet’ten Eyüp Can’a konuşan Göle şöyle diyordu:

‘Türkiye’de politik gerilim var ama toplumsal anlamda bir kutuplaşma yok. Çünkü laiklik de İslam da Türkiye’de orta sınıfın değeri haline gelmiş durumda. Toplum ne birinden ne de diğerinden vazgeçebilir. Ayrıca Özal’dan bu yana toplumun kavga değil uzlaşmayı tercih ettiğini defalarca gördük.’

Yani 2010 yılının baharına kadar Göle’ye göre toplumsal kutuplaşma yok. O zaman, ne olduysa bu tarihle Mayıs 2013 tarihleri arasında olmuş olmalı. O arada ne olmuş, diye hafızamı zorluyorum. Bir referandum yapılmış, ki herhalde bunu iktidarın artı hanesine yazmak gerekir. 3 Ocak’ta Çözüm Süreci denen bir inisiyatifle Erdoğan 150 yıllık bir kutuplaşma yangınına su dökmüş. Gezi ve 17-25 Aralık’ta Kürtler sokağa çıkmamış. Öcalan’ın tavrı net.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Süleyman Seyfi Öğün / Avrupa’da aşırı sağ yükselişe bir not düşmek

II. Genel Savaştan sonraki dünyâda, Keynes’in tam istihdam ve genel denge kuramı uygulanmaktaydı. Buna göre istihdam siyâseti, gerekirse 1 kişinin yapacağı bir işe 3 kişinin alınması siyâsetiydi. Yâni işsizlik kesin olarak tasfiye edilecekti. Bu siyâsetlerin ucu bizi de tuttu. Bilindiği gibi, (Batı)Almanya, kendi işgücünü aşan bir noktaya gelince Türkiye’den işçi almaya başladı. Aslında bu tarz kitlesel işçi alımları, bütün Avrupa ülkeleri için şu ya da bu derecede geçerlidir. II. Genel Savaştan sonra sömürgecilik de tasfiye edilmeye başlamış, ‘özgür’, ‘bağımsız’ ama ‘işsiz’ yeni ulus devletlerin genç, vasıfsız işgücü çekirdek kapitalist dünyâya çekilmeye başlamıştır. Bu sürecin ne denli dramatik olduğunu, insaf ehli Batılı yazar ve sanatçıların konuyla alâkalı roman, film, röportaj vb çalışmalarından çok iyi biliyoruz. Başlamasından kısa süre sonra işgücü göçünün ‘yasadışı’ ilân edilmesi ilginçtir. Bu durum istiab haddinin dolmasıyla açıklanmaktadır. Oysa, Wallerstein başta olmak üzere dünyâ kapitalizmi çalışan teorisyenler, bunun ‘merkez’, ‘yarı-merkez’ ve ‘kenar’ dünyâlar arasındaki bölünmenin bir fonksiyonu olduğunu yazmışlardır. Yâni, baskılamalar, düşük işgücü maliyetini kontrol edebilmek için yapılmıştır. Halâ da yapılmasının ana nedeni budur.

20. yüzyılın artık demode sayılan kapitalizmi, kültürel durumları rasyonel bulmuyor ve siyâsetten tamâmen dışlıyordu. Siyâset şu ya da bu şekilde ekonomik bir dünyâ ile; ister bir ‘politik ekonomi’, isterse ‘ekonomi politik’ olarak eşlendiriliyordu. Siyâseti rasyonel kılan, bizâtihî rasyonel olan ekonomi ile eşlenmesiydi.

Bu gelişmenin paralelinde ideolojik siyâsal bölünme ve kavgalar, onun çocukluk hastalıkları olarak tanımlanıyor ve gözden düşürülüyordu. Sınıf kavgalarının yumuşaması, aşırılıkların tasfiyesi siyâseti de rahatlattı. Sistem-içi siyâsetler baskın hâle geldi. Bu rahatlama aslında bir rutinleşmenin; giderek bir yüzeyselleşmenin de ifâdesidir. 20. yüzyılda siyâset, 19. yüzyıldaki heyecânını yitirmiştir. Merkez-sağ ve merkez-sol ayırımlar üzerinden yapılandırılan siyâsal sistemde, ilki ‘yatırımcı’, diğeri ise ‘bölüşümcü’ özellikleriyle baskınlaşmıştır. Merkez kapitalist ülkelerin toplumları, giderek yaygınlaşan bir orta sınıf konformizmi içinde siyâset ile âlâkalarını kesmişler, geçim dünyâlarının kendilerine bahşettiği imkân ve fırsatlarla dünyânın tadını çıkarmaya başlamışlardır. Rutinleşme ve yüzeyselleşme, depolitizasyonu da berâberinde getirmekteydi. Bu, savaş sonrasında; meselâ Sartre’ın yücelttiği ‘sorumluluk ahlâkı’nda da bir kopuşu ifâde ediyordu. 68 hareketleri aslında hedefinde siyâsetin rutinleşmesi olan son çırpınıştı.

1980’lerden sonra olgunlaşan yeni kapitalizm ise, emeği merkezde dışlayan ve çok düşük ücretlerin hüküm sürdüğü ‘kenar’ dünyâda istihdam arayan yeni bir yapılanma geliştirmiştir. Yâni bir yandan ‘yasadışı’ emek göçü devam edecek; diğer yandan da bütünleşik ekonomik yapılar parçalanarak, emeğin ücretlerinin alabildiğine düşük olduğu kenar ülkelere kaydırılacaktı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Rasim Özdenören / Kakofoni

Kakofoni, ses uyumsuzluğu…

Her kafadan bir ses çıkması…

Ancak o sesler birbirine uymaz… O sesler kendi arasında bir melodi yaratmaz… Dahası, kimin ne dediği anlaşılmaz…

Bu durum, tek kişinin ağzından çıkan uyumsuz ve anlaşılmaz hecelerden veya sözcüklerden oluşabileceği gibi; çok kişinin bir arada konuşmasından da meydana gelebilir. Televizyon ekranlarında sergilenen tartışma programlarında sıkça karşılaştığımız tablolar cümlesindendir bu durum…

Türkçe’de ‘kakışma’ diyoruz… ‘Bir araya gelen ses, hece veya kelimelerin birbirleriyle uyuşamayarak kulağa hoş gelmeyen bir etki yapması hali (Kakışık, Mütenafir, Caco-phone)’ (TDK Sözlüğü).

Aynı durumu, Türk siyasal yaşantısında iki yüzyıla yakın bir zamandan bu yana deneyimliyoruz…

Olay, bazen gerçekten hayret verici boyutlara ulaşıyor. Görünüşte herkesin ortak çıkması beklenen durumlarda bile aynı itiş kakış, aynı kakofoni, aynı rahatsız edici sesler birbirine karışıyor… Kimin ne dediğini anlamak imkân dışı kalıyor…

Acaba neden?

Acaba neden aynı olayı, aynı kelimeyi aynı bağlam bütünlüğü içinde kavramayı başaramıyoruz? Çünkü daha baştan aynı kelimeyi farklı bağlamlarda anlamaya şartlandırıldık. Sözlükte aynı kelimeye kimimiz yerli kültürümüzün öngördüğü bağlamla ilintili bir anlama uygun biçimde algılarken, kimimiz aynı kelimeye Batı kökenli bir anlam yakıştırmaya çaba gösteriyor. Talihsizlik şurada: aslında o kelimeye yüklenen anlam ne tam olarak Batı kültüründe bir karşılık buluyor, ne de yerli kültürümüzde o kelimeye yüklenmek istenen anlam mevcut… Böylece iki dinden avare kalmış (ya da iki cami arasında kalmış) beynamazın durumu ortaya çıkıyor…

Sonuç şu: herkes birbirinden ürküyor, birbirinden uzaklaşmaya çalışıyor… Herkes muhatabı karşısında öküz altında buzağı arama abesinin içine düşüyor ve işin dramatik yanı öküz altında buzağı aramayı olağan görüyor…

Herkes herkese kızıyor, herkes herkese yumruk sallıyor, herkes herkesi anlayışsızlıkla suçluyor, herkes kendinden başka kimsenin haklı olabileceğini kabul etmiyor… İşte tam da kakofoni hali… Hoşgörüsüzlüğün, birbirini anlamayı reddedişin onulmaz girdabı…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Gökhan Özcan / İçinde bir kıpırtı, baktı ki ölüm!

Bütün ömrümüzü gözü kapalı geçirip heba ediyoruz; sonra da yaşamadıklarımıza ah vah ediyor, gözümüz açık gidecek diye korkuyoruz.

İçimden geçirdiğim onca şey… Olur ya, belki bir gün onlar da beni içlerinden geçirir.

Kırlarda şu an cari açık ya da anayasa mahkemesi filan hiç konuşulmuyor, bunu biliyor muydunuz?

Kaç yazıdır yoklar, bu yazıda bir kırlangıç bulunsun, sessizce uçuşsun, yorulunca özneye, yükleme bir şeylere tutunsun.

Öyle kendini bilmezlikle malul bir zaman ki bu zaman, herkes kendi dilek çaputlarını kendi dallarına bağlar hale geldi.

Gecenin el ayak çekilen geç saatlerinde, duyulmayan çığlıklar dolaşıyor şehirlerin ıssız cadde ve sokaklarında… Tıpkı ürkmüş, ne tarafa gideceğini bilemeyen yabani hayvan sürüleri gibi…

Bir araştırmaya göre Türkiye’de son 7 yılda botoks yaptıranların sayısı 8 kat artmış. Sonra da saf saf ‘Bu millet neden bu kadar gergin?’ diye soruyor insanlar!

‘Kendimi hatırlayabilmek için sık sık çıkarıp kimlik kartıma bakmak zorunda kalacağım bir zaman da gelecek mi?’ diye soruyorum kendime bazen.

‘Eskiden insan biliyordu ölümü bir meyvenin çekirdeği barındırdığı gibi içinde taşıdığını. Çocukların içinde küçük, yetişkinlerin içinde büyük bir ölüm vardı. Kadınlar ölümü kucaklarında, erkeklerse göğüslerinde taşıyordu’ diyor ‘Notlar’ında Rilke.

İkide bir ‘Canım sıkılıyor’ diye tutturan çocuklara, ‘Sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz!’ derdi eskiden büyükler. Kulağımıza küpe olmuş ki, hiç gevşemiyor canımız!

İkibinli yıllarda doğan hiçbir çocuk, içine kimseleri sokmadığı bir ‘kurtarılmış zaman’dan sözedemeyecek.

Vaktiyle telgrafın tellerine konan bütün o çilekeş kuşlar için fevkalade endişeliyim!

Eskiyor hızla, eskimenin kendisi bile…

Birkaç hafta önce çok güzel bir film seyrettim, unutmamak için her gün mecburen yeniden seyrediyorum.

Zihnimizin kusmayı bilmemesine ne kadar şükretsek az bu ‘bulantılar çağı’nda!

Aldığı yeni ayakkabı ayağına vuran insanlar, kimseye açılıp tek bir şey söylemeseler de, bu sebepsiz nankörlüğe epeyce içerliyor olmalılar!

‘Aşk atına süvar olan aşıklar/Ölünceye kadar yorulmaz imiş/Hakkı can gözüyle gören sadıklar/Bu fani dünyaya sarılmaz imiş’ demiş Sıdkı Baba. Nâm-ı diğer Aşık Pervane… Hem sadık, hem aşık, hem pervane! Aşk atını sürmesin de ne yapsın? Aşk oduna yanmasın da ne yapsın?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fehmi Koru / 12 tane ağaç veya Gezi olayı

Gezi Parkı olaylarının üzerinden bir yıl geçmiş… Upuzun 365 gün… Bir olayın künhüne vâkıf olmak için yeterli bir süre bu. Olaylar henüz durulmamışken “Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş, sen hâlâ anlamadın mı?” mesajı atılmıştı; şimdilerde o soruyu biraz değiştirip “O 12 ağaç nedir, bir türlü anlayamadınız” takazasında bulunanlar çıkıyor… 

Başbakan Tayyip Erdoğan, Gezi Parkı konusundaki düşüncelerini Ak Partili milletvekiliyle paylaşırken, olayı ‘12 tane ağaca’indirgemiş ve Türkiye’yi istikrarsızlığa sürükleme amaçlı bir ‘saldırı’ olarak gördüğünü ifade etmişti. Takaza ona yönelik…

Aynı olay birbirine taban tabana zıt iki farklı yoruma tâbi tutulur mu? Tutuluyor işte.

Dünyanın her yerinde bizdeki ‘Gezi Parkı’ benzeri protesto olayları yaşanıyor; uzun süren, hatta süreç içerisinde insan hayatına mâl olanları bile var. ABD’deki ‘Occupy Wall Street’ (2011) böyle bir olaydı; oradan Avrupa’nın değişik ülkelerine de yayıldı ve kolay kolay etkisini yitirmedi. Görüldüğü ülkelerde istikrarı fazla bozmadı.

İstikrarı bozmadı, ama kurulu düzene başkaldırıyla amaçlanan hedefine de ulaşmadı Batı ülkelerinde ‘Gezi Parkı’ benzeri eylemler…

Sorun galiba ‘anlama’ özrüyle ilgili değil, olayların meydana geldiği ülkeler arasındaki farkta… Batı ülkelerinde istikrarı bozmayan, hatta sisteme fiske bile indiremeyen türden olaylar, Türkiye gibi ülkelerde oralardan çok farklı sonuçlara yol açabiliyor… 

‘Paranoya’ mı? Lütfen bir siyasi iktidara, bir siyasetçiye olan kızgınlığınızın, husumetinizin gözlerinizi köreltmesine izin vermeyin…

Siyasi iktidarla ve onun yönetici kadrosuyla demokratik yöntemlerle hesaplaşabilir, onu yerinden etmek için canla başla çalışabilirsiniz; bu sizlerin hakkınız… Ancak, o amaca erişmek için her yolu mübah gören bir anlayışa, ülkenizi zararlı çıkaracak bir gözü karalığa sapmamak şartıyla…

Türkiye önemli bir ülke. Son 12 yıl içerisinde ülkeyi yöneten kadrolar öneminin farkına vardılar ve bu durumu hem ülkeyi hem de kendi siyasi çizgilerini güçlendirmek için kullandılar. Kulağımızı sağa-sola verdiğimizde artık ‘Ak Partisiz bir Türkiye’arayışı başladığını ve sandığın yeterli olmaması durumunda ortalığı karıştırarak aynı sonucu alma hevesine kapılındığını görebiliyoruz…

Göremeyenlerimiz varsa, 1960’lardan 2000’lere uzanan çizgide, Lâtin Amerika’dan Arap Baharı’na kadar pek çok gelişmede, ülkeleri karıştırmak için yabancı ellerin neler yaptıklarıyla ilgilensin…

Toplumsal olaylardan yararlanmayı ve onları istikrarsızlaştırma operasyonuna çevirmeyi bilen nice örgüt var.

“Yok” diyeni Şili’de Salvadore Allende’yi devirmeyle sonuçlanan kanlı olaylara, operasyona karışan ajanların ifşaatları ışığında göz atmaya davet ederim…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ardan Zentürk / Ama, bu, casusluktur

Demek, “bağımsız” ve “tarafsız” hukukçular işin içine girdiğinde gerçeklere ulaşmak tahmin edilenden kısa zaman alıyor. Yeni Şafak’ın haberi (64 kişilik VIP liste-VAHİM TABLO, 28 Mayıs 2014) bunu gösteriyor.Ankara Gölbaşı Cumhuriyet Başsavcılığı, TİB bünyesindeki “yasadışı dinlemelere” ilişkin “casusluk soruşturması” başlatıyor, müfettişler kayıtları inceliyor ve devletin içine odaklanmış bir yapılanmanın“korkunç” işlemleriyle karşılaşıp, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunuyorlar. 

Listede, sahte isimlerle kimler dinlenmemiş ki, dört meslektaşın kısmetine terör ve uyuşturucu kaçakçılığı iddiaları düşmüş, merhum Erbakan “terörist”(!) CHP liderinin özel kalem müdiresi ise meğer İBDA-C’liymiş!.. (Bakın burada “müstehaktır” kelimesi tam oturdu, sen, yasadışı dinleme tapelerini Meclis çatısı altına getirirsen…)

Casusluk şebekelerinin gazeteci telefonu dinleme merakını öteden beri anlamamışımdır. Yaşamıyla kamunun karşısında görev yapan insanların özel görüşmelerinden ne “mama” yakalayacaksın? Üstelik, bütün gazetecilerin telefonlarının şu veya bu teşkilat tarafından dinlendiğini bildikleri bir dünyada… Tabii, derdin, özel yaşamdan “şantaj malzemesi” üretmekse, o ayrı dava, istihbaratçılık da diğer tüm meslekler gibi, belli ilkeler çerçevesinde yürür, şantajcıysan, casus değil, “adi suçlu” olarak değerlendirilirsin…

Geçelim… Derdim, Ertuğrul, Akif, Fikret ve Abdülkadir’in başına gelenler değil, ortada son derece “stratejik” bir casusluk vak’ası var…

Kim adına dinledin?

Listeyi devlet için “korkunç” kılan, yasadışı dinlemede, Savunma Sanayi Müsteşarlığı, ASELSAN, TÜBİTAK ve HAVELSAN’ın hedef alınmış olması… Hele, İnsansız Hava Aracı (İHA) Proje Mühendisi Mehmet Demir Çiğdemoğlu’nun telefonunun dinlenmiş olması “çok hassas bir detay…” Hatırlayacaksınız, biz, son yıllara kadar bu İHA’lar konusunda İsrail’e hayli bağımlı hale getirilmiştik, şimdi değiliz, ama devletin içindeki yapılanma -nedense- bizi bağımsız kılan projenin içindeki mühendisi yakın takibe almış…

O zaman, savcılardan ricam, Türkiye’nin stratejik savunma projelerinde görev yaparken intihar eden o genç mühendislerin rafa kalkmış tüm dosyalarının kapaklarını yeniden açmalarıdır.

İran’da nükleer alanda çalışan bilim adamları açıkça öldürüldüler, anladığımız kadarıyla bizim genç mühendislere de “intihar senaryoları” uygun bulunmuş.

Tablo vahim…

Savcıların ve müfettişlerin yaptıkları çalışmalar, devletin içinde yapılanmış bir grubun, başka ülkelerin casusluk taşeronu olduklarını işaret ediyor.

Dışişleri dinlemesi ne oldu?

Bu durumda, Dışişleri Bakanlığı’ndaki “dinleme ihanetinin” takipçisi olmak, basından izlediğim kadarıyla üzerlerinde çok ciddi şaibe bulutları dolaşan İzmir ve İstanbul’daki “casusluk davalarında” neler yaşanıldığını, hedefin ne olduğunu çok net sorgulamak zorundayız. (Hanefi Avcı’nın hala neden hapiste olduğunu sormaya da devam edeceğim.)

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Orhan Miroğlu / Alevi sorunu diye diye

Kürt sorunu dedik, ama bu sorunun aslında bir ‘Türk sorunu’ olduğunu unuttuk, faturası ağır oldu bu unutkanlığın.

Şimdi de, Alevi sorunu diye diye, aslında bu sorunun bir Sünni sorunu olduğunu unutuyoruz.

Kürt sorununun bir Türk sorunu olduğunu anlayabilmek için ağır bir fatura ödedi bu toplum. Eğer geç kalınırsa korkarım, Kürt sorununda ödediğimiz bedellerden bile daha ağır bedelleri Alevi sorununda ödemeye mahkum oluruz.

Eruh ve Şemdinli baskınlarına doğru teşhis koyulamadı. Bu teşhisi, geniş vizyonu ve görüşleri itibariyle, Türk siyasi hayatında koyabilecek tek lider olan Özal bile teammüllerin dışına çıkamadı. Bodrum’da tatildeyken yaptığı açıklamada, bu eylemin birkaç çapulcunun, bir iki eşkiyanın giriştiği eylem olduğunu söyledi. O ‘çapulcuların’ eylemleri çığ gibi büyüdü. Siyasi bir harekete dönüştü. Trajedi böyle bir şey olsa gerek. Özal o hareketi sekiz yıl sonra, normalleştirmek isterken, şüpheli bir ölümle hayata veda etti.

Türkiye, çözümü Kürt sorunundan daha kolay ama, çözülmezse, Kürt sorununun yol açtığı felaketlerden daha büyük felaketlere yol açabilecek bir sorunla karşı karşıya.

Etnik kimlik çatışması bizi bölmedi, ama mezhep çatışması daha vahim sonuçlara yol açabilir.

Son bir yıl içinde her ne sebeple olursa olsun, sokak gösterilerinde hep Alevi gençlerinin ve çocuklarının vurulup öldürülmesi, Eruh ve Şemdinli baskını kadar vahim bir toplumsal kırılma noktasıdır. Sokak gösterilerinde ölenlerin hemen hepsinin neden Alevi gençler olduğu sorusuna doğru cevaplar verilmez ve bu mesele marjinal bir takım eski sol grupların bir kışkırtması olarak görülmeye devam edilirse, yarın her şey için çok geç olabilir.

Kürt sorunu, özünde bir Türk sorunuydu, çünkü ‘makbul vatandaşlık’ kimliği olarak Türk kimliği, Kürt kimliğinin inkarı üzerine inşa edildi.

Ulus- devlet inşası bu inkar üzerine oturmasaydı, Kürt kimliği yasaklanmayacak ve Türkiye daha demokratik bir ülke olacaktı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Okan Müderrisoğlu / Köşk, Anayasa, seçim!

Kurulu düzen mesajını oldukça net veriyor:

“Köşk’e çıkma!”

Olmadı…

“Köşk’e çık ama sistemle oynama!”

Yani… 

“Statükoyu koru!”

Tabii ki beklenen cevabı alamıyor. Haliyle baskının dozu artıyor. Oyun içinde oyun kuruluyor. AK Parti’nin iç dinamikleri de fazlasıyla kurcalanıyor. Bu şartlar altında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Çankaya istişare süreci, dönüşü olmayan yola benziyor. Köprünün ortasında iseniz kolay kolay geri dönemezsiniz, karşıya ya geçersiniz ya da geçersiniz! 

Kuşkusuz siyasi gücü ve karizmasının yanı sıra halkın yarısından fazlasının desteğini alan bir ismin Köşk’e çıkması halinde devlet dengelerinde çok şey değişecek.

Fiilen yarı başkanlık modeline geçildiği andan itibaren “anayasal stres testi” başlayacak.

Muhtemelen muhalefet, Köşk’teki Erdoğan’a karşı bayrak açacak. Sistem krizi tezine yatırım yapacak. Fakat ağustos sonrasında ortaya çıkacak tablo, ironik bir şekilde anayasa değişikliğini de gerektirebilir. Bir başka ifadeyle düne kadar başkanlık veya yarı başkanlık önerisi yüzünden yeni anayasadan kaçan muhalefet, Erdoğan’ın Köşk’teki gücünü sınırlamak üzere mecburen harekete geçebilir. Yürütmenin başı kabul edilen Cumhurbaşkanı, mevcut anayasayla kabine kurup, hükümet edebilir. Hatta yüksek yargı organları ve üniversitelere yapılacak atamalarla erkler arası geçişkenliğe yol açan kararlar da verebilir. İş ve işlemleri nedeniyle sorumlu da tutulamaz! Bu, hakikaten istisnai ve yönetilmesi oldukça zorlu bir kamu kuvveti demek. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / Siz buna “aşırı sağ” mı diyorsunuz?

Bizim “yerli Avrupalılar” öyle bir talim terbiyeden geçmiştir ki, ne yapsanız ezberlerini yıkamazsınız.

Hep azıcık demokrat ve kendinden menkul bir iddiayla azıcık da solcudurlar ya…

Şimdi oturmuşlar; Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarına bakıp “Eyvah, Avrupa’ya ne oluyor, aşırı sağcı ırkçılar nasıl bu kadar çok oy alır!” diye dövünüyorlar.

Çünkü Avrupa’nın “derin ruhu”nun açık biçimde ırkçı olduğunu; aşırı sağ dedikleri zihniyetin en az sosyal demokrasi kadar Avrupalı olduğunu hiç kabullenmek istemediler. 

Jön Türkler’den beri bizimkilerin cephesinde bir şey değişmedi: İkinci sınıf Avrupa zevklerine ve Avrupa’da kalıcı olana değil de günün moda düşüncelerine bağlılıkla birlikte yürüyen kör bir hayranlık! Hepsi bu. 

Bu kesim için Avrupa faşizmi ve Nazizm ya heyecanlı bir Hollywood senaryosu ya da tarihsel ve karikatürize bir rastlantıdır.

Hoyrat ve kibirli bir ayrımcılığın Berlin’de, Paris’te, Amsterdam’da, Kopenhag’da, Londra’da, Brüksel’de nasıl düpedüz biçimde sokakta olduğunu; markette, okulda, işyerinde gündelik gerçekliğin göbeğinde yer aldığını ne bilirler ne de bilmek isterler.

Avrupa üzerine ezberleri bazen o kadar gülünçleşir ki, hatırlıyorum, bir zamanlar bütün İskandinavların Olof Palme, bütün Fransızların Mitterrand olduğunu sanıyorlardı! 

Eğriye eğri, doğruya doğru; yalnız bu kesim değil, bütün kültürel çevrelerimizin Avrupa’yı iyi ve kötü yanlarıyla baştan öğrenmesi gerekiyor.

Bunlar da yetmez. İslamofobi, sekülerizmin uğursuz meyveleri ve yeni kolonyalizm gibi konuları da çalışmak gerekecek.

Aksi takdirde bugün ve bundan sonra Avrupa’da olacakları asla anlayamayız. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…