Medyanın son 30 yıl içindeki en pespâye…

Medya
Ahmet Tezcan’ın “Medyanın son 30 yıl içindeki en pespâye hâlinden manzaralar…” başlıklı köşe yazısını şöyle; Bir kaç yıl önce Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen bir sertifika pr...
EMOJİLE

Ahmet Tezcan’ın “Medyanın son 30 yıl içindeki en pespâye hâlinden manzaralar…” başlıklı köşe yazısını şöyle;

Bir kaç yıl önce Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen bir sertifika programında “Başbakan Basın Danışmanlığı” üzerine bir ders vermiştim. Hoş bir dersti ve medya konusundaki bazı düşüncelerimi ilk defa paylaşma fırsatı bulmuştum. Derse şöyle başladığımı hatırlıyorum: 

“Şu an;, 12 Eylül askeri darbe sonrası dahil medyanın son 30 yıl içindeki en pespaye halini yaşıyoruz!”

Bir hanım öğrenci; “Neden pespaye kelimesini kullandınız hocam?” diye sordu; bir örnekle anlattım: 

“Zaman Gazetesinin başındaki Ekrem Dumanlı ceketini çıkartır, onun çıkardığı ceketi Ertuğrul Özkök giyerse, Özkök’ün çıkardığı ceketi de Dumanlı giyerse, o ceketler birine dar, diğerine bol gelir, bu da pespaye bir durumdur.”

Hanım öğrenci kaşını kaldırarak gülümsedi ve “Oooo çok iyi anladım!” dedi. 

Sanırım bugün o dersi, soruyu ve cevabı hatırlıyorsa, aslında benim yanlış anlattığımı, kendisinin de benden dolayı yanlış anladığını düşünüyor olmalıdır. 

Çünkü bugün ben verdiğim örneğin yanlış olduğunu düşünüyorum. 

O ceketler çıkarılıp karşılıklı giyildi evet buraya kadar doğru. 

Fakat birine dar diğerine bol gelmedi, aksine cuk diye oturdu! 

Yanlış olan isimler miydi peki? 

Hayır!

Ekrem Dumanlı yerine bir başka ismi mesela Mustafa Karaalioğlu’nu söylesem, Ertuğrul Özkök yerine de Ergun Babahan’ı koysam hiç bir şey değişmeyecekti. 

Çünkü medyada taaa öteden beri, karşıt tarafta görünseler de ceketler sık sık değiştiriliyor ve o ceketler kimseye dar yahut bol gelmiyordu. Atladığım, unuttuğum, nisyan ettiğim buydu ve isyanımı yanlış temellendirmiştim. 

Bir zamanlar Rıdvan Akar 32. Gün programı için mülakat yapmıştı benimle ve o günlerde siyasilerin dillerinden düşürmedikleri Bir Kısım Medya, Kartel Medyası, İslamcı Medya tasniflerinin yerinde olup olmadığını sormuştu. 

Üç aşağı beş yukarı şöyle demiştim:

“O tasnifler siyasetçilerin biçtiği, gazetecilerin yüksünmeden giydikleri uniform ve uniseks elbiselerdir, doğru bir tasnif de değildir. Kartel Medyası, Bir Kısım Medya, İslamcı Medya tabirlerini kabul etmiyorum. Bir tek medya vardır; Bizim Medya. Bu ülke sınırları içinde olup biten her şey ve yaşayan herkes bize aittir; bir sivilce varsa bu bizim suratımızdaki sivilcedir, bir kambur varsa bizim sırtımızdaki kamburdur. Şayet ille bir tasnif yapılacaksa Komisyon Medyası ile Misyon Medyası’ndan söz edilebilir. Komisyon Medyası devlete hortum dayayıp, devlet gelirinden komisyon almak peşindedir. Misyon Medyası da aslında kendi misyonundan komisyon alma derdindedir.”

Yine isimler üzerinden örnek verdiğimi hatırlıyorum: 

“Gazetecilik noktasından bakıldığında, Emin Çölaşan ile Hasan Karakaya arasındaki tek fark, birinin uçağa binebiliyor, diğerinin binemiyor olmasıdır. Karakaya uçağa biner, Çölaşan binemez, tek fark bu. Bunun dışında gazetecilik yapış tarzları, üslupları, çifte standartlı tavırları, belaltı vuruşları birbirinin fotokopisi gibidir. Yani bizim medyamız fotokopi medyasıdır.”

Bu görüşlerim; 30 küsur yıllık gazetecilik hayatının üçte ikisini medyanın etik meseleleri üzerine yoğunlaşıp tespitler yapıp ve çözümler üretmekle geçiren bir gözlemci olarak hiç değişmedi. 

Bugün de aynı düşüncedeyim. 

Dolayısıyla Oktay Ekşi’nin “Basının Müdde-i Umumisi” yani “savcısı” dediği; Ali Kırca’nın “Medyanın Vicdanı” diye vasıflandırdığı Bizim Yokuşun Delisi olarak; gazetecilerin siyasi taraftarlık noktasında oradan buraya, buradan oraya sürüklenmelerinin neredeyse eşyanın tabiatı gereği olduğuna kanaat-i tâmme ile eminim. 

Çünkü sistem bunu gerektiriyor, her renkten, her kumaştan aynı bozuk malı üretiyor ve hiç kimse bu sistemin değiştirilmesinden yana değil. 

Çok kısa bir süre önce bir dostun ricasıyla uğradığım Radyo Televizyon Üst Kurulu’nda, yine o dostun ricasıyla odasında ziyaret ettiğim sondan bir önceki RTÜK Başkanı; ülkenin mevcut durumu konuşulurken “Bu sistemin tamamen değiştirilmesi gerekir” dediğimde, “Nesi var bu sistemin, niye değiştirilsin ki?” demiş ve beni ağzı iki karış açık bırakıvermişti. 

O an; değiştirilmeyen sistemin ona en muhalif olanı bile kendisine dönüştürdüğünü çok daha net anlamıştım.

Yok aslında kimsenin kimseye edecek sözü!

 “Yandaşlık yapma! Umur Talu’yu küstürme” dediğim Sabah’ın eski Genel Yayın Yönetmeni, “Ne yapayım, buradan başka gidecek yerim yok” diyerek bir yandan çiğ yandaşlıkla gazetenin imajını bozmaya, bir yandan da cebine yazar listesi koyup rakip gazete patronuna “bizi transfer et, kurtar bu dincilerden” teklifi dayamaya çalışırken; o gün bunları bile bile sessiz kalıp tehditle hortumladığı paraları hiç düşünmeden cebine koyanlar; bugün o ve onun gibileri ihanetle suçluyorsa, önce takkeyi önlerine koyup düşünmeleri gerekir. 

O Genel Yayın Yönetmeni, eski Cumhurbaşkanı’na yakın arkadaşlarına yaslanıp kendi patronunu tehdit ederek kovulduğunda, ona sahip çıkıp gazete ve televizyonda yer açabilmek için şimdiki Cumhurbaşkanı’nın en yakınını bile alet edenler; bu gün ona ve onun gibilere ağız dolusu küfürler ediyorlarsa, önce kıçlarını koltuktan kaldırıp aynaya bakmaları gerekir. 

Sistem değişmedikçe hiç bir şey değişmiyor işte!

Buzul çağın zemheri gerçeği!

Bankalar Operasyonu yapılıp Dinç Bilgin’in Eti-Bank’ına el konulduğu günlerde herkes Dinç Bilgin’i bankacı yaptı diye Zafer Mutlu’ya saldırıyordu. 

O günlerde işsiz, aç biilaç, eş dost bürolarında yatıp kalkarak yayınına çabaladığım Dördüncü Kuvvet Medya sitesinde bir yazı yazmış ve şu başlığı kullanmıştım: 

“Hepimiz Zafer Mutlu kadar temiziz!”

Köşe yazısının devamını okumak için tıklayınız