Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları,  ‘Çözüm Süreci’ ve koalisyon görüşmeleri var. İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK “Vakit tamam, Türkiye cephesini açın talimatıR...
EMOJİLE

Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları,  ‘Çözüm Süreci’ ve koalisyon görüşmeleri var.

İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK

“Vakit tamam, Türkiye cephesini açın talimatı”

Türkiye’ye servis edilen yeni terör dalgası öncekilerle aynı değil. Sadece silahlı unsurlar değil, bu sefer seçimle işbaşına gelmiş kadrolar da, finans kaynakları da, her türlü lojistik de yeni dalga ile koordine harekete geçirilmiş görünüyor. Terör bu sefer Kandil’den değil, HDP karargahlarından, belediye binalarından, yerel ve genel seçimlerle işbaşına gelenler tarafından yönetiliyor.
Biri elinde Kalaşnikof diğeri siyasi güç, kamuoyu meşruiyeti, imkan ve lojistikle savaşıyor. Meclis’teki adamla, belediye binalarındaki kadrolarla dağdaki terörist aynı mevziden kurşun sıkıyor. Camilere bomba yığınağı yapıldığı, belediye araçlarının siper kazdığı, milletvekillerinin silah naklettiği bir çatışma hali bu.
“Tamam, vakit geldi” dediler
Irak’taki durum, Suriye’deki belirsizlik göz önüne alındığında birileri bunlara “tamam, vakit geldi” talimatı vermiş. Ortadoğu’yu adım adım felakete sürükleyen büyük operasyonun “Türkiye cephesini açın” talimatı vermiş. Türkiye’nin Iraklaşması, Suriyeleşmesi ihale edilmiş.
Topyekün mücadele startı verilmiş. Demokratik söylemlerin, çözüm arayışlarının, imaj kampanyalarının bugünlere hazırlık için istismar edildiğini, bölgesel ortamın uygunluğunun beklendiğini, Suriye’de YPG’nin hareket alanını genişletmesiyleharita çalışmalarının Türkiye ayağının başlatıldığını,Ankara’nın Suriye içinde derinleşmesi ve harekete geçmesiyle de ölümcül bir saldırı fırtınasının başlatıldığını görüyoruz.
Türkiye’nin güvenli bölge arayışları, son operasyonel girişimi, Kuzey Suriye koridorunu kesmesi ile PKK saldırıları, HDP savaşı arasındaki bağı tartışma konusu olmaktan çıkarmıştır. ABD’nin “PKK terörist örgüt, YPG müttefik” söylemi Türkiye’nin gözlerini kör etmeyi amaçlamaktadır. Ortada ortak bir cephe vardır ve bu cephe tamamıyla Türkiye’ye karşı yeniden biçimlendirilmiştir.
Türkiye’ye karşı ‘işgal girişimi’ başlatılmıştır
Belki ileri bir tanımlama olacak ama Türkiye’ye karşı bir işgal girişimi başlatılmıştır. Irak sınırından, İran sınırından başlatılan bu girişim, Türkiye’nin Suriye üzerindeki nüfuzu zayıflarsa aynı şekildeSuriye sınırından da başlatılacaktır. İlçelerdeki özerk yönetim çabaları, yerleşim yerlerinde devleti boşa çıkarma arayışları, giriş-çıkışların kapatılması, dağdan çok şehir savaşlarına hazırlık, müdahale edilemeyecek alanlar oluşturma girişimleri bunun göstergesidir.
Irak sınırlarından gelen tehditten sonra artık İran sınırları da güvenli değildir. Türkiye ile İran’ın Suriye ve bölgenin geneline bakışlarındaki derin ayrılık, Tahran’ın da bu durumdan en azındankeyif almasına yol açmıştır. Bu ülkenin PKK ve YPG’ye verdiği mesajlar konusunda oldukça talihsiz bilgiler söz konusudur. Ama unutulmamalı ki, aynı tehdit, bölgesel kaos fırtınası belki bir adım sonra İran’ı vuracak, onu istikrarsızlaştıracaktır. Çünkü biz, son yirmi yılda, bölgeye yönelen istila ve ayrıştırma stratejisinin ülkelerle sınırlı olmadığını, bölgesel bir proje olduğunu, coğrafyaya yeni bir 20. yüzyıl yaşatma hesabı olduğunu gördük.
İntikam saldırıları
Artık bu konuda hiçbir tereddüdümüz yoktur. İran veya başka bir ülkenin bu büyük projeyi kamuflaj olarak kullanması ve onun altından kendi ulusal heveslerinin peşinde koşması, kalıcı bir hesap olmayacaktır. Sadece İran değil, hiçbir ülke böyle bir hesaplayıkımdan kurtulamayacaktır. Türkiye, 1950’den bu yana her alanda Batı ile entegre bir ülke iken böyle bir tehditle yüzleşiyorsa, Tahran’ın Batı ile yaptığı son anlaşmaya fazla güvenmemesi gerekir.
Türkiye bugün, milli güç olma, yüz yıllık vesayet parantezini kapatma, Atlantik bağımlılığından özgür iradesine dönme girişimine karşı bir intikam saldırısıyla karşı karşıyadır. Açık söyleyelim ki, bugün Türkiye için en büyük tehdit müttefiklerinden gelmektedir. Özellikle kıta Avrupası ülkelerinin yıllardır teröre verdiği gizli destek, bugünlerde açık desteğe ve Türkiye karşıtı bir saldırganlığa dönüşmüştür.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK

“MHP’nin teklifi, Davutoğlu’nun duruşu”

AK Parti-CHP koalisyonuyla ilgili görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlandığı görüşmede Başbakan Davutoğlu ile Kılıçdaroğlu arasında şu diyalog yaşanıyor.

Davutoğlu- Seçime endeksli kısa süreli bir reform hükümeti kurabiliriz. Bu arada seçim barajının indirilmesi, taşımalı oy sistemi gibi reformları da yaparak seçimlere gidebiliriz.
Kılıçdaroğlu- Biz, bu işlerin 4 yıllık yüksek profilli bir reform hükümeti ile çözülebileceğini düşünüyoruz”
Bunun üzerine Başbakan, “Peki o zaman koalisyon kurulamadı ama bu diyalog çok yararlı oldu, bunu sürdürelim. Seçimden önce de seçim sürecinde de bu diyaloğu sürdürelim” diyor.
İki lider ayağa kalkıyor ve birbirlerine teşekkür edip, görüşmeyi bitiriyorlar.
Burada “Üç aylık seçim hükümeti” tartışmasına girmeden Bülent Arınç’ın deyimiyle ülkenin, “Tef gibi gerildiği” bir ortamda iki liderin ayrılırken sergiledikleri nezakete dikkat çekmek istedim.
MHP lideri Bahçeli de keşke Başbakan Davutoğlu ile görüşmesinden önce, “Kurşun gibi” sözler yerine, toplumu rahatlatacak mesajlar verebilseydi.
Davutoğlu-Bahçeli görüşmesi öncesinde AK Parti ve MHP kulislerini yansıtmak istiyorum.
MHP masaya otururken daha önce belirlediği 4 şartını muhafaza ediyor.
1-Anayasa’nın ilk dört maddesinde yer alan devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne bağlılık.
2-Çözüm sürecine son verilmesi. MHP, çözüm sürecini, “İhanet süreci” olarak görüyor. 14 Temmuz tarihindeki ilk görüşme öncesinde Bahçeli, “PKK terör örgütü kendini lağvetmeli. Örgüt militanları silahlarıyla birlikte güvenlik güçlerine teslim olmalı, bu silahlar devlet envanterine kaydedilmelidir” demişti. 20 Temmuz’da Suruç’ta meydana gelen patlama ve Lice’de 2 polisimizin şehit edilmesinden sonra, çözüm süreci askıya alınarak PKK’ya yönelik yoğun operasyonlar başlamıştı. MHP lideri ise çözüm sürecinin bitirilmesini ve bunun gerekçeli bir şekilde açıklanmasını istiyor. Bahçeli, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Bundan sonra çözüm süreci buzdolabına kaldırılmıştır” sözünü, “Çözümü buzdolabına kaldırmak bozulmasına önlemdir” diye eleştirmişti.
3-MHP, 17-25 Aralık dosyalarının açılmasını ve 4 bakanın Yüce Divan’da yargılanmasını istiyor.
4-Cumhurbaşkanı’nın konumu: Daha önce, Cumhurbaşkanı Erdoğan için, “Sarayı terk etmeli ve Çankaya fanusunun içine girmeli” diyen Bahçeli, Başbakan Davutoğlu ile yapacağı görüşme öncesinde ise bir adım daha ileri giderek, “Sayın Davutoğlu’ndan bağımsız tavır beklemek ve Saray’ın yönlendirmesine sırtını döndüğünü tam manasıyla görmek en tabii ve haklı beklentimizdir” dedi.
Bahçeli, bir oyun oynuyor.
AK Parti ile Erdoğan arasındaki bağı koparmaya, Davutoğlu ile Erdoğan’ı karşı karşıya getirmeye çalışıyor.
Öyle ki Erdoğan ve 17-25 Aralık dosyaları konusunda MHP’ye göre daha sert bir kampanya yürüten CHP, koalisyon görüşmeleri süresince, yapıcı olma adına bu konuları geri planda tutmayı başardı.
Kılıçdaroğlu’nun gösterdiği siyasi nezaketi, Bahçeli gösteremedi.
Başbakan’la görüşmesi öncesinde Cumhurbaşkanı-Başbakan ilişkisine yönelik tezyif edici dil kullandı.
Başbakan, “Cumhurbaşkanı ile aramızda vesayet ilişkisini kimse iddia edemez” cevabını verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan,”Bahçeli’yi muhatap almayacağım” dedi.
Kendisi koalisyon ortağı olduğunda, ülkücülere, “Eli kanlı katiller”diyen Rahşan Ecevit’in eşi Başbakan Bülent Ecevit’in karşısında sigara içmiyor, ayak ayak üstüne atmıyordu.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

YUSUF KAPLAN-YENİŞAFAK

“Dikkat: Siyasi sapık var!”

“Türkiye’nin tam bağımsızlık yürüyüşü engellenemeyecek!”

CHP’yle bir ayı aşkın bir süre koalisyon görüşmeleri yapıldı. Allah’tan koalisyon filan olmadı.
CHP’yle koalisyon Türkiye’nin intiharı olacaktı! Felaketin eşiğinden döndük!
Abartıyor muyum?
TÜRKİYE, 100 YILDIR YOĞUN BAKIMDA!
Türkiye’nin, 100 yıldır nasıl bir yokoluş cenderesinden geçtiğini göremeyenlerdenseniz abarttığımı düşünebilirsiniz.
Önce şunu iyi bileceksiniz: Türkiye, 100 yıldır yoğun bakımda. Bitkisel hayat yaşıyor!
Operasyon üstüne operasyon, operasyon üstüne operasyon yiyor yüzyıldır. Hem dışardan hem de içeriden üstelik de!
DIŞ OPERASYON: “DEV” İN DURDURULUŞU
Dışarıdan yediğimiz en büyük operasyon / ameliyat, Osmanlı’nın durdurulması oldu.
Daha önce de zikretmiştim; bir kez daha hatırlatayım -tam yeri geldi çünkü: Toynbee, ne demişti, Civilization on Trial başlıklı zihin açıcı tarih felsefesi çalışmasında: “Osmanlı durduruldu, dev uyutuldu. Dev uyanırsa, kimse durduramaz!”
O yüzden Tanzimat’tan itibaren operasyon üstüne operasyon yedik İngilizlerden, Ruslardan ve bilumum Avrupa düvel-i muazzamasından. Sonunda Birinci Dünya Harbi’nde hepsi birden “üzerimize çullanınca” “dev” yere serildi.
İÇ OPERASYON: İNTİHAR VE KIŞ UYKUSU
Cumhuriyet, zaman kazanma müsameresiydi: Bu işi fazla ciddiye aldı Türk entelijansiyası: Her şeyi inkâra kalkıştı: Tarihin, medeniyetin, varlık sebebimiz İslâmiyet’in inkârı, varoluşsal intiharın eşiğine sürükledi bizi.
İşte içerden operasyonu böyle yedik: Dışarıdan ele geçirilemeyen Anadolu kıtası, insanlığın son adasını içeriden teslim etmeye, bütün medeniyet iddialarımızı inkâr ederek topyekûn intihar etmeye yeltendik!
Cumhuriyet tarihi boyunca iki tür mücadele verildi bu ülkede: Birincisi, Türkiye’nin intiharının yapı taşları döşendi: Türkiye laikleştirerek fiilî olarak sömürgeleştirilemeyen ülke zihnî olarak sömürgeleştirildi: Bu, bizim kültürel, zihnî ve sosyal olarak intiharımız demekti. Varoluşsal intiharın ilk büyük meyvesi, ayrılıkçı, laik, pankürdist Jönkürt hareketi oldu.
İkincisi, vaziyeti idare ederek “hasta”yı yoğun bakımdan kurtarma, hayata döndürme, yeniden ayağa kaldırma mücadelesiydi: Menderes, Özal, Erbakan ve Erdoğan bu ikinci mücadelenin aktörleri. Yalnızca Erbakan, D-8 gibi Cumhuriyet tarihinin en büyük küresel projesini geliştirerek vaziyeti idare etmeye değil, idareye vaziyet etmeye çalıştı. “One minute” sonrası Erdoğan da idare-i vaziyetten idare’ye vaziyet sürecine geçti!
TÜRK AYDINI: CELLADINA ÂŞIK GULYABANİ
Türk aydını yok; olmadı böyle bir tür. Olan, var olagelen tür, türünün tek örneği türedi bir tür!
Bir kapıkulu bu: 200 yıldır Ahmet Mithat’ın Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat hikâyesini sahneliyor: İmkânsız bir aşk bu: Platonik bir aşk.
Celladına âşık tek aydın bu kapıkulu aydını: Karanlık biri: Zihni kararmış, zekâsını gücün hizmetine adamış ve harcamış bir zavallı!
Julian Benda’nın “ihanet eden aydını”, aydınlatıyordu: Yalnızca Fransa’yı mı? Bütün Avrupa’yı, hatta dünyayı. Aydınlanmanın “ışığını” yayıyordu: Aydınlanma’nın ışığı coşkuydu: Aristokrasi’yi deviren burjuvazinin kof heyecanı. Voltaire, en tipik kahramanı.
Türk aydını, Tanzimat, özellikle de Meşrutiyet sürecinde çok büyük bir birikim ortaya koymuştu. Cumhuriyet, bu birikimi yok etti; üzerinden silindir gibi geçti! On dört asırlık muazzam ve muazzez medeniyet birikimimizin üzerini çizdi ve köksüz, ruhsuz, tarihsiz mevzuhûr bir toplum icat etti!
BİZ GELİNCE, EMPERYALİSTLER GİDECEK!
Türkiye, bağımsız değil. Kültürel olarak, ekonomik olarak, zihin yapısı, zihin setleri, kurumları bakımından bağımsız değil. Sadece teritoryal bağımsızlığa (toprak bağımsızlığına) sahip bir ülke Türkiye: Bedeni var ama ruhu sırra kadem basmış bir “yer”. Menderes’ten itibaren ruhunu arıyor Türkiye. Dünyaya ruh üfleyen, kendisini de toparlayıp kendine getirecek ruhunu.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

SALİH TUNA-YENİŞAFAK

“Dikkat: Siyasi sapık var!​”

Sınıfsal imtiyazlarını koruma içgüdüsüyle kendilerini zincire vurdular. Zincire, yani, dar ve boğucu bir “aralığa!”
Bilgi birikimleri Atilla Taş seviyesinde olsaydı sorun yoktu. “Ol mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler” misali rahat ederlerdi.
Tam aksine, her şeyin domuzluğuna farkındalar!
Lakin, siyasi angajmanları ve özellikle de kör olasıca kibirleri yüzünden bu şebelek mahkûmiyete son vermiyorlar.
Bu da her geçen gün çıngar çıkarmalarına, tepinmelerine neden oluyor.
Keşke huysuzluk yapmakla yetinselerdi de hızla meczuplaşmasalardı.
Kendilerini hapsettikleri mahut dar alan, “Bütün kötülüklerin kaynağı Erdoğan” veya “Hep Erdoğan’ın yüzünden” veya “Tek sorun Erdoğan” demenin dışında hiçbir şeye elvermeyen bir hücreden ibaret.
Bilgi birikim de fayda etmez, bu hücreye kim mahkum olsa kafayı yerdi.
O kadar ki, bir Heidegger veya bir Nietzsche mezarından kalkıp gelse, “Ulan her gün burda yaşanır, matine- suare burdan konuşulur mu?” diyerek ossaat intihar ederdi.
“Aydın aşireti” dediğim güruh, intihar etmek yerine kendi kendilerini her geçen gün iptizale uğratıyor.
Vah ki ne vah, alayı birden Atilla Taş kesildi.
Bu da takdir edersiniz ki, belirli bilgi birikimine sahip bir aydın için ahlaki ve siyasi intihardan başka bir şey değildir.
Mesela, “Anlaşılan AKP düzgün bir biçimde iktidarı bırakmayacak. Bu durumda yeni ve yaratıcı eylem biçimleri bularak bu partiyi alaşağı etmek gerek” şeklinde bir fecaate imza atmak ahlaki ve siyasi intiharın dışında tevil edilemez.
Dün ne kadar yüce gönüllü bir demokrat olursanız olun, ne kadar“siyasi iktidarı iş yapmaz hale getirmek” isteyenlere karşı çıkarsanız çıkın, şayet bugün söz konusu dar alana hapsolduysanız, dün karşı çıktığınız çizgiye oturmaktan kurtulamazsınız.
E tabii Zekeriya Öz gibi kaçacak değilsiniz.
Serde “aydın” olmak var. Kendi kendinize jilet ata ata intihar ediyorsunuz.
Bu da nerden baksanız bakın, çok dramatiktir!.
Yazık, gitgide görme ve anlama yeteneklerini kaybediyorlar.
Gelgelelim, hiç değişmediler!
Dün darbeciydiler, bugün de öyledirler.
Zaman zihin dünyalarını hiç değiştirmedi, sadece ve sadece “vasi” değiştirdiler.
Dün demokratik siyasi iradeye balans ayarı yapmak isteyen veya hizaya sokmak isteyen TSK’nın gözüne bakıyorlardı, bugün “Paralel” veKCK’nın.
KCK’nın Türk usulü vesayetten kopya otoriter ve tekçi oluşu veya Pol Potçuluğu umurlarında değildir.
Önemli olan sınıfsal imtiyazlarıdır.
Barış süreci başlar başlamaz “demokrasi gelmeden barış olmaz”diyerek dağlara vurduklarında, “bunlar çatışmalı ortam çıktığında barış demeye başlarlar” demiştim, hiç yanıltmadılar.
İçlerinde en azgınlarından biri geçen gün, dımdızlak ortaya çıktığı, tabiri caizse, “karaya vurduğu” halde, “paralel yapı”nın “safsata”olduğunu söyledi.
Bugünlerde PKK güzellemeleri yapıyor.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ENGİN ARDIÇ-SABAH

“Verek”

Kılıçdaroğlu seçim kampanyasına yeniden başlıyormuş… Birtakım vaatleri varmış… Vaatlerin başında, “emekliye bilmemkaçbin lira” geliyor.
İyi de, bu miktar emekliden başka hiçkimseyi ilgilendirmediği için oyu yüzde 25’te kalıyor.
7 Haziran’dan önce de vermişti, şimdi de verecekmiş Hep veriyor 
CHP önümüzdeki “tekrar seçimde” de havasını alacağından, o bilmemkaçbin lira hiçbir zaman verilemeyecek. (AKP’nin emekliye yaptığı zamları saymayalım arkadaşlar, onlar para değil!) 
Kılıçdaroğlu veriyor ama halk oyunu vermiyor işte.
Çünkü toplumda “orta sınıf” oranı yüzde 10’dan yüzde 40’a çıktı, artık belirleyici olan emekli maaşı da değil, mazot fiyatı da değil, gaz, tuz, patiska falan da değil. Bunlar Demirel’in “köylü dünyasının” kalemleriydi.
CHP yetmişli yıllardan kurtulup “onlu yıllara” gelemedi ki bir türlü…
Dış politikada da hamleleri varmış: Yurtta sulh cihanda sulh politikasını uygulayacakmış. Yani Esad ve Sisi’yle barışacak, “mikrop taşıyan pis Araplar’ı”(!) geri gönderecek, İsrail’in Filistin zulmüne ses etmeyecek. Batı ne diyorsa onu yapacak.
Ama halkın dörtte üçü bunu istemiyor ki!
Atatürk’ün Hatay’ı geri isteyerek bizzat kendi politikası olan yurtta sulh cihanda sulh ilkesini nasıl çiğnediğini bize anlatmakta zorlanacaktır…
Ama o zaman Fransa’yla aramızda savaş çıkmamış… Eee, şimdi de Suriye, Mısır ve İsrail’le savaşta değiliz ki!
Haa, demek ki Kılıçdaroğlu’nun yaptığı demagojiden başka bir şey değilmiş.
Başkaca? Özgürlük ve demokrasi falan da olacakmış. Çünkü hepimiz köleyiz ve bu ülkede cumhurbaşkanını bile halk değil uzaylılar seçtiler.
Biz Kılıçdaroğlu’nun asıl, 7 Haziran öncesinin diğer saçmalıklarını sürdürmesini de isteriz: Örneğin İstanbul’da kapı kapı dolaşıp hediye paketleri dağıtma projeleri vardı… İçinde ne olacağını bir türlü öğrenememiştik. Artık bunun hayata geçirilmesini istiyoruz, hayat seçim sandığında kimseye geçirmeden…
Şu Orta Anadolu’ya yapacağı megakentin, yani Kemalingrad şehrinin sır gibi sakladığı yerini de artık açıklamalıdır.
Kemalingrad Ankara- Yozgat arasına mı kurulacaktır, Konya Ovası’na mı? Bilmek hakkımızdır.
Yirmi beş bin vatan evladına yurt dışında nasıl doktora yaptıracağını da açıklasın, bu megakentte paketleyeceği malları Şanghay’dan getirtip Baku’ya nasıl satacağını da…
Efendim? Onlar geleneksel seçim balonları mıydı yoksa? Aydın Bey’in amigoları bile ciddiye almamışlar mıydı?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET BARLAS-SABAH

“Bu akılsızlıklara defalarca tanık olmak da varmış kaderimizde”

Demek bu coğrafyada bir siyasi partiye verilen oyların, o partinin seçmen tabanının yaşadığı topraklara kurşun, bomba ve terör eylemleri biçiminde geri dönmeleri doğalmış… Verilen oylarla siyasi temsilin sağlanmasından mutluluk duyanların kentlerinin kan ve ateşe, yollarının güvensizliğe dönüşmesi, demek bu coğrafyada demokrasinin doğal bir yansımasıymış. 

Terörkolikler 
Demek Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Libya’da yaşanan trajedilere bakıp “Türkiye bu coğrafyada bir istikrar ve barış vahasıdır” diyenlere karşı, Türkiye’yi bu ülkelere benzetmeyi planlayanları sayıları da hiç az değilmiş.
Bu kesime ve terör eylemlerine karşı dut yemiş bülbüle dönüşenler ve teröre “Terör”diyemeyenler, meğer bunu özgürlük adına yaptıklarını bile söyleyebilirlermiş. 

Darbekolikler 
Geçmiş dönemlerde seçilmişlere karşı askerin darbe yapmasına bel bağlayanların, bugün teröristlerin kurşunları ve bombaları ile askerlerin şehit olmalarından siyasi çıkar hesabı yapmaları da, meğer bu coğrafyada yadırganmaması gereken normal düşünce değişimleriymiş.
Türkiye’yi Doğu ile Batı arasındaki bir köprüye benzetenler, zaman zaman Doğu’daki ayağın Batı’daki ayağı yıkmaya çalıştığını herhâlde defalarca görmüşlerdir. İşin garip olan yanı, Batılılığı, modernleşmeyi temsil ettikleri sanılan ve kentsoylular olarak bakılan toplum kesiminden bazılarının siyasete girince inanılmaz derecede Ortadoğulu olduklarının fark edilmesi değil midir? 

Dedeleri de böyleydi 
Aslında bunların İttihatçı dedelerinin de ne tür marifetlere imzalarını attıklarını görmedik mi? Bunların kişilere dönük takıntılarının ülkeyi sürüklediği ortamın sonunda Osmanlı’nın milliyetler arası barışı sona ermedi mi?
Bunların dedelerinin işlediği “Tehcir Suçu”nu, bir insanlık ayıbı olarak hâlâ sırtımızda taşımıyor muyuz?
Ve bunların elinde Osmanlı Devleti çöküp yok olmadı mı? 

Kına yaksınlar 
Şimdi de bunlar Tayyip Erdoğan takıntısı ile “Açılım Süreci”ni hedef alan terör eylemlerine destek veriyorlar. Şimdi de hedeflerinde Türk-Kürt birlikteliği var. 
“Kürt realitesi”ni demokratik siyasete katan, gerçekleştirdiği anayasa reformu ile Kürt siyasi partilerinin musluk kapatılır gibi kapatılmalarına son veren Tayyip Erdoğan’a değil, kentleri kana bulayanlara ve bunu doğal bulanlara destek veriyorlar.
Siz de merak etmiyor musunuz bunların ne düşündüklerini? HDP’ye verdikleri oyların kurşun ve bomba olarak geri dönmesi ve barışı hedef alması bunlar için beklenen sonuç mudur?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ORAL ÇALIŞLAR-RADİKAL

“Silahların gölgesinde özyönetim…” 

PKK, yaygın ve hedefleri olan bir saldırı kampanyası sürdürüyor. Devlet de, PKK’yi bastırmak amacıyla, bildiğimiz klasik yollarla cevap veriyor. Sorun, yalnızca “devletle PKK arasında yürütülen bir çatışma” olmanın çok ötesine geçmiş durumda.

Güneydoğu’nun değişik kentlerinde, birbiri ardısıra, “özyönetim” ilan ediliyor. Kararların, “Kent Meclisleri”nce alındığı duyuruluyor. Bu açıklamalar, KCK tarafından da destekleniyor.

Dün, Muş Valiliği tarafından sokağa çıkma yasağının ilan edildiği Muş’un Varto ilçesindeki durum; KCK tarafından, Özgür Politika gazetesinde, şöyle duyuruldu: “Varto’da dün başlayan çatışmalar sabah saatlerine kadar sürerken, ilçenin giriş ve çıkışları HPG’lilerin kontrolüne geçti. Hendeklerin kazıldığı (Varto’nun) tüm ana caddelerinde silahlı gruplar denetim sağlarken, Muş Valiliği, ilçede sokağa çıkma yasağı ilan etti.”

Varto, “özyönetim” ilan edilen ilçelerden birisi. Belli ki; KCK, burada, bir alan hakimiyeti sağlamayı ve yeni bir “yönetim modeli” oluşturmayı planlıyor.

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Bese Hozat, son günlerde ilan edilen “özyönetim”ler konusunda, dün şunları söyledi: “Öz yönetim ilanlarının ve uygulamalarının her yerde geliştirilmesi gerekiyor. Devletin her türlü yönelimi karşısında da çok güçlü bir biçimde toplumsal direniş ve öz savunmayla kendi sistemini halkımızın savunması gerekiyor. Öyle olmalı ki polis tek bir kişiyi tutuklamaya dahi cesaret etmemelidir.”

ÇATIŞMA TIRMANIRKEN

Yoğunluğu giderek artan bir çatışma döneminin ortasındayız. PKK, bir çok kentte sürdürdüğü silahlı saldırıları; şimdi, bazı daha somut hedeflere yöneltmiş durumda. Görünen şu: PKK; “özyönetim” ilanlarını yaygınlaştırarak, bu alanlarda, yönetimsel hakimiyetini korumaya ve yaymaya çalışacak.

Devletin bu hamleler karşısında ne yapmak istediğini, PKK’nin hamlelerine nasıl karşılık verileceğini; bu noktada, tam olarak değerlendirmek zor. Ama, şimdiye dek izlenen yolu, “topyekün bir bastırma kampanyası yürütmek” olarak adlandırabiliriz. Kandil bombalanıyor, “özyönetim” ilan edilen ilçelerde devletin inisiyatifi yeniden sağlanmaya çalışılıyor. “Yaygın tutuklama ve gözaltına alma” eksenli bir yol izleniyor.

Şöyle de toparlayabiliriz: PKK, yaygın ve hedefleri olan bir saldırı kampanyası sürdürüyor. Devlet de, PKK’yi bastırmak amacıyla, bildiğimiz klasik yollarla cevap veriyor.

BÖLGESEL HESAPLAR

Sorun, yalnızca “devletle PKK arasında yürütülen bir çatışma” olmanın çok ötesine geçmiş durumda. Örneğin, Almanya’nın, önceki günkü “Patriot füzelerini Türkiye’den söküp götürme” açıklaması da; bu çatışma ve hesaplaşma içinde, farklı bir anlam kazanıyor.

Alman basınının ağırlıklı kesiminde; özellikle YPG’yi, “IŞİD’le mücadelede önemli bir güç olarak” gören yönelim belirgin. Türkiye’nin Kandil’i bombalaması, Almanya’nın ve birçok Avrupa ülkesinin medyasında; “IŞİD’e karşı mücadele eden Kürtler hedefte” şeklinde yorumlanıyor. Almanya, “İran’la en sıcak ilişkisi olan Avrupa ülkesi” olarak da değerlendiriliyor. “Kürt sorununda bir ittifak içine girmiş olabilirler mi?” gibi sorular gündemde.

Tabii, Türkiye, bir yandan da; başta ABD olmak üzere, NATO ülkelerini, kendisine destek vermeye çağırıyor.

SEÇİM ORTAMI GERİLİMİ ARTIRIYOR

Bütün bu karmaşık tablonun içinde; Türkiye, sıradışı bir siyasi (ve ekonomik) belirsizlik de yaşıyor. Seçimlerin ardından iki aydan fazla zaman geçtiği halde, hükümet kurulamadı. Muhtemelen, Kasım ayında, erken seçim yapılacak. Seçim ortamının tırmandırdığı kamplaşmanın içinde; sorunları sağlıklı bir boyutta konuşmak, pek kolay değil. Kutuplaşma, daha da sertleşebilir.

Hergün gelen şehit haberleri, milliyetçi öfkeyi kışkırtıyor. Eğer böyle giderse, en azından seçimlere kadar, bu çatışma ortamının devam etmesi ihtimali; korkutuyor.

OTURUP KONUŞULMAZ MI?

KCK yöneticileri, ilan edilen “özyönetim”lerle ilgili; “devlete karşı değiliz” şeklinde bir savunma yapıyorlar. Bu yaptıklarının “yerel yönetimleri güçlendirmek” şeklinde anlaşılması gerektiğini söylüyorlar. Ancak, bu arada, “bu zalim devlet bizi yönetemez” demekten de, geri durmuyorlar.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT

“Şia’nın genişleme alanı​”

Şia İran’la sınırlı bir dini akım olarak uzun yıllar kendi içine kapalı halde yaşadı.İran devriminden sonra İran Kudüs’ü kurtarma, İslam Birliği ve İslamlaştırma politikaları çerçevesinde dışa açılmaya başladı. Bir yandan Irak Şiasını kazanmaya çalıştı, öte yandan İslam dünyasının lider ve öncü gücü imajını güçlendirmek için Filistin davasına ve Mescidi Aksa davasını sahiplenmek için Lübnan’daki varlığını güçlendirdi ve Hizbullah hareketini yapılandırdı. 1982 yılında Güney Lübnan’da İsrail’in işgali altındaki toprakları kurtarmak maksadı ile kurulan örgüt bugün silahlı bir kanadı da bulunan siyasi bir harekete dönüştürüldü.

Kerbela ve Necef çevresindeki Arap Şiasının merkezi Irak Şiasının da dini merkezi olmasının ötesinde aynı zamanda bir siyasi merkeze dönüştürüldü.

Bugün Şia İran dışında Irak, Suriye, Lübnan, Bahreyn, Yemen ve Pakistan’da sıcak çatışmaların tarafı, askeri ya da paramiliter grubların çatıştığı güç merkezleri arasında bulunuyor.

Türkiye ve Azerbaycan’da ciddi bir nüfus bulunmakla birlikte, bu iki ülkedeki Şii nüfus büyük ölçüde seküler, sol eğilimli ve dini olmaktan çok kültürel bir karakter gösteriyor. Özellikle Türkiye’de Nuseyri, kızılbaş, Bektaşi, Ehlibeyt, Alevi, Rafizi olarak tanımlanan çok farklı grublar bulunuyor. Yani Alevi denen topluluğun kendi arasında bir uyum da yok..

İran Şiası da kendi içinde farklı grublara ayrılıyor. Huzistan bölgesindeki Arap Şiası kendini Kum’dan çok Necef’e yakın buluyor. Kum da kendi içinde birkaç gruba ayrılmış vaziyette.. İran sadece dini değil etnik açıdan da çok farklı grublardan oluşuyor. Araplar, Farisiler, Azeriler, Kürdiler, Belücler, Türkiler, Afganiler.. Yahudi, Hıristiyan, Mecuzi grublar da var ülkede.

İran’da aslında Cumhurbaşkanlığı İran İslam Cumhuriyetinin devlet başkanı, ama Hameney, dünya Şiasının başı, İran da bir Şia ülkesi olduğu için Hamaney’in otoritesine bağlı. Şia’nın merkezi İran olduğu için, İran’da ruhani ve siyasi iki ayrı otorite sözkonusu. Bu miras Vatikan’a veya Büyük Britanya,  Britanya, England’a benziyor.. İran’da toplum, rehberlik, devrim muhafızları, meclis, Hamaney, hükümet ve Kum kendi başına belli özerklik alanları olan otorite merkezleri. Kendi aralarında tam bir uyum da yok.. Ahmedi Necat zamanında bu konu daha fazla dışa vuruyordu.. Necad aynı zamanda İran’da Hüccetiye isimli Mehdiyetle ilgili bir hareketle de işbirliği yapıyordu. Aslında İran derin devleti servet ve iktidarı elinde tutuyor ve hukuki olmaktan çok fiili bir otorite üzerinden icraatlarını sürdürüyor.

Bugün Yemen’deki çatışmaların arkasında Husi denen Lübnan Şiasının örgütlediği bir hareket var. Aslında Yemen Şiası Zeydi. Zeydi’lerin Şafilere yakınlığı Caferiler’e yakınlığından çok daha fazla. Husiler dini olmaktan çok siyasi bir hareket. Husiler uzun süre  Yemen’in kuzeyinde Suud sınır bölgesinde kaldı. Husilerin namlusu Suud’lara dönüktü. Suudilerin Necran bölgesi Şii. Husiler Necran üzerinden Suud yönetimini, daha doğrusu Mekke ve Medine’yi baskı altına alma çabasında. Suudlar da Husilerin karşısına El Kaide’yi koyma çabasında.. Hizbullah militanları Lübnan üzerinden Suriye, Filistin ve Ürdün tariki ile kuzeyden Hicaz yolunu kontrol altına alarak, Suudi yönetimini baskı altına alma çabasında.. Şiiler başarabilirlerse Kudüs, Mekke ve Medine’yi kontrol etmek böylece İslam’ın mukaddes beldelerini kontrol altına alarak İslam’ın doğru tek yorumu / şekli olan Şia’yı Müslümanlar için bir mezhep ya da yorum olarak değil, din olarak dayatmak. Böylece Mehdi ve Mesih’in gelişi öncesinde İslam birliğini Şia temelinde gerçekleştirmek..

Bugün İran’ın Suriye rejimi ile işbirliği yapması, buradaki Nuseyri toplumunu kazanmanın ötesinde Suriye’nin jeo politik ve jeo stratejik konumunu kendi planları lehine kullanmak, Nuseyri halkını zaman içinde kazanmak ve dönüştürmek ve Biladı Şam’daki, onlar için kutsal olarak türbe ve  makamların güvenliğini sağlamak, onları Selefi tehdidinden kurtarmak.

İsrail, Şiilerin Filistin topraklarına yaklaşmasını bir tehdit olarak görürken, batılılar, Şiilerin bölgeye girişi ile,  bölgede dini ve etnik çatışmaların yoğunlaşacağı, Şii, Sünni/Sufi ve Selefi grublar arasındaki çatışmaların İslam birliği içinde derin bölünmeler ve güç kaybına sebeb olacağı görüşünde. İsrail’in güvenliğinin de bu şekilde korunabileceğini savunanlar var.

Bütün bunlara rağmen bizden birilerinin ve CHP’nin nasıl olup da İran siyasetinin taşeronluğuna soyunduklarını anlamak zor. Basında yer alan Wikileaks belgelerine göre İran, “Beşşar Esed’den PKK ile stratejik ittifak yapmasını istedi. Belgeye göre; Suriye’deki rejim düşmesin diye Suriye’de bilfiil savaşan İran, Türkiye’ye karşı Esed’in PKK kartını kullanması için baskı yaptı. Esed’in bu önerilerin ardından PKK ile masaya oturduğu” iddiaları da ortalıkta dolaşıyor..

Sahi Bahreyn’in Sünni/Şii dengesi nasıl değişti. Taşıma nüfusları, silahlı grubların sevk ve idaresindeki üst akıl hangi akıl. Boko Haram nasıl el değiştirdi. Selefilerin DAEŞ’i ile Şiilerin HUSİ’si arasında ne fark var. Çeçen direnişi nasıl bitirildi?. Ya da Mali nasıl Fransızlar ve Rusların kontrolüne geçti?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ORHAN MİROĞLU-STAR

“Mir Dengir Fırat’ın mektubu”

HDP Milletvekili Sayın Mir Dengir Fırat, eski hukuklarına dayanarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir mektup yazdı. Birçok bakımdan üstünde durulması gereken bir mektup bu.

Kürt aydın ve siyasetçileri, devlet adamlarına, zor zamanlarda mektuplar yazdılar. Ne kadar işe yaradı bu mektuplar bu ayrı bir mesele. Fırat’ın yazdığı mektup umarım  işe yarar, en azından kamuoyunda bütün algı operasyonlarından uzakta, hakkaniyet ölçüsünde bir tartışma başlamasına vesile olur.

Mektubun akla getirdiği birinci husus şudur: Sayın Erdoğan, HDP/PKK çevreleri tarafından maalesef ‘savaşı başlatan lider’ olmakla suçlanıyor. İnsaf, akıl ve vicdanla bağdaşmayan bu suçlamaların yerini mektuplara bırakması ‘çözüm sürecini başlatan lider Sayın cumhurbaşkanına mektup yazılarak, çözüm sürecine geri dönülmesi ricasında bulunulması elbette olumludur.

***

İkincisi şu anda  ülke yangın yerine dönerken, HDP bu yangını söndürmek için ne çareler düşünüyor? Sayın Fırat’ın mektubunun içeriğine ve tespitlerine katılıp katılmamak ayrı mesele ama bu çerçevede, HDP’nin bugün nerede durduğunu gösteren bir muhtevaya sahip olduğu da muhakkak.

Kürt meselesi bağlamında içinde bulunduğumuz sürecin, resmettiği fotoğrafa kısaca bakmakta yarar var:

Varto ve Şemdinli’de sokağa çıkmaması yönünde Valilik, çatışmalardan zarar görmemesi için halka çağrılar yapıyor. Bazı ilçe ve şehirlerde özerklik ilan edildi. Şehit asker ve polis cenazeleri Türkiye’nin dört bir yanına taşınmaya devam ediyor.

PKK; HDP’nin seçimlerde elde ettiği başarıyı bir anda yok eden yeni bir ‘çatışma’ sürecine girdi. Önce bu görülmeli. Türkiye’nin siyasi sisteminden veya üniter yapısından ne derseniz deyin, fiili kopuş amaçlanıyor. Bir kaç kişilik topluluklar ellerine yazılı metin alıyor, şurada burada özerklik ilan ettik diyorlar. Bu fiili durumu bölge halkının onayladığına dair ne gibi bir izah var ya da varsa böyle bir izah, HDP bu izahın neresinde duruyor?

HDP silahlı mücadeleyle siyasal sistemi zorlayan ve kopuşu fiili olarak ilan eden bir harekete karşı ne düşünüyor? Silahları bırakma ve ‘KCK sisteminden’ meşruiyete yani ‘HDP sistemine geçişte’, Sayın Fırat ve HDP yöneticileri bir misyon bir görev yüklenecek mi?

AK Parti’nin iktidarını kaybetmesine yol açan bir seçim stratejisi izlemek Kürtler’e ve HDP’ye ne kazandırdı? Sayın Fırat’ın mektubunda dile getirdiği görüşlere bakıldığında bu sorulara cevap olabilecek bir şey göremiyorsunuz. İstediği zaman çatışma çıkaran, istediği zaman ‘ateşkes’ uygulayan bir örgüt var ve bu örgütün keyfine teslim edilmiş bir mücadele söz konusu..

Diyelim ki operasyonlar durdu. Silahlı grupların şehirlerde isyan çıkaracak bir anlayışla yaptığı örgütlenmeler ne olacak, Dengir Fırat bu konuda bir şey yazmıyor.

Mir Dengir Bey, AK Parti’nin sadece Türkiye vatandaşı Kürtler için değil, bütün Ortadoğu’daki Kürtler için ve bilhassa Kürdistan Bölgesel Yönetimi için önemini anlayamadığı gibi Kürt hareketinin son otuz yılını da anlayabilmiş değil. ‘HDP, PKK’nın siyasi uzantısı değil’ diyor. 90’lı yıllarda kalmış bir söylem! Kürt siyasetçileri, PKK’yı savunmada çok zorlanırlardı, tıpkı bugün olduğu gibi ve biz ayrıyız onlar ayrıdır derlerdi. HDP’nin PKK’nın siyasi uzantı olması değil sorun. Sorun PKK’nın bütün stratejilerinin, sorgulanmadan, HDP tarafından ya onaylanması ya da toleransla karşılanmasıdır. 

Maalesef, Dengir Bey’in mektubu, özü ve amacı itibariyle, bu toleransa fayda sağlayacak çareler düşünmenin bir sonucudur. Yoksa bu türden mektupların en başta Kandil’e yazılması gerekirdi. Şu çok anlaşılabilir taleplerle tabi:Silahlı mücadeleyi durdurun, KCK yapılanmasını dağıtın ve silahsızlanma kongresi için hazırlık yaptığınızı ilan edin.

***

PKK’ye bu çağrıyı başta HDP olmak üzere, Kürtler’in dışında hiç kimse yapamaz artık. Yapsa bile fayda sağlamaz. Bu mesele aile içi bir sorundur artık.

Sayın Fırat, HDP’nin Türkiyelileşmek fikrinin önemli olduğunu söylüyor ve Erdoğan’ın Demirtaş’ı fazlaca muhatap alan uslup ve yaklaşımının bu fikrin hayata geçmesini zorlaştırdığını savunuyor. Seçim stratejisini bile ‘seni başkan yaptırmayacağız’ üzerine kurmuş bir parti HDP. Sayın Fırat, bu stratejinin, mektupta sözünü ettiği dış güçlerle olan ilişkisini bir HDP milletvekili olarak sorgulayabiliyor veya düşünebiliyor mu acaba?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

CEREN KENAR-TÜRKİYE

“İş kitapta yazana uymayınca​”

20. yy’ın ortalarında bu ülkenin en parlak zihinleri dünyaya, ama özellikle Batı’ya, buradaki harikulade terbiyeye bir de diploma eklemek için gitmişler.

ABD’nin, Avrupa’nın en prestijli, en gözde okullarında tahsil görmüşler, dünyanın en parlak zihinleri ile buluşmuşlar.

Onlar o parlak zihinlere kendi hikâyeleri üzerinden Türkiye’yi anlatırken, hocalarından Batı entelijansiyasının en popüler doktrinlerini öğrenmişler.

Ve modernleşme okulu ile tanışmışlar.

Hikâyemiz, 1950’li yılların Amerika’sında başlıyor. Dünya ile içli dışlı olmaya başlayan ABD’nin yeni tanıştığı bölgeleri tanıma çabasında:

“Modernleşme okulu Anglo-Saxon akademide II. Dünya Savaşı sonrası sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaları ve bağımsız devletler hâline gelmeleri sürecinde burada sıfırdan kurulan ve herhangi bir oturmuş siyasal kültüre, ekonomik altyapıya ve kurumsal kültüre sahip olmayan devletlerin tıpkı bir yüzyıl önce Avrupa ülkelerinin tecrübe ettiği gibi bir şablonu tatbik etmesine inancı yansıtıyordu” diyor Doğan Gürpınar. 

Bunu açalım…

ABD İkinci Dünya Savaşı, küresel hegemon güç hâline gelirken, bu gücü tatbik edecek bilgi arayışına gitti.

Amaç basitti: Beyaz adam, yeni tanıştığı “geri” toplumları modernleştirmek ve kalkındırmak istiyordu.

Bu illa kötü niyetli bir proje değildi, dünyanın geri kalmış köşelerine modernite götürmek isteyenler aslında kendi açılarından iyi niyetli ve iyimserdi.

Dünyanın geri kalanının da kendilerine benzeyebileceğini düşünüyorlardı. Ve bunun için son derece kolay bir iksir bulduklarına inanıyorlardı.

Ekonomik gelişme, işleyen kapitalist bir sistemin kurulması, şehirleşme, devlet tarafından uygulanacak reformist politikalar, eğitim gibi bir dizi önlem ile modernizm tüm dünyada hüküm sürebilirdi. Bu paradigmaya göre, Orta Doğu ülkeleri bir geçiş dönemini yaşayan ve modernleşme süreci sonunda kaçınılmaz olarak Batıya benzeyecek olan vakalardır. Bu okulun öngörüsüne göre, ekonomik gelişme, şehirleşme sonucu seküler ve eğitimli bir orta sınıf çıkacak ve bu orta sınıf öncülüğünde bu ülkelerde Batılı kurumlar inşa olacaktır. Kapitalizm ve modernizm, kaçınılmaz olarak liberalizm, sekülerizm ve demokrasi getirecektir.

Ancak Gürpınar’a göre modernizasyon okulunun şablonu aslında Batı’nın tarihsel sürecinden biraz farklıydı: “Bu şablon sarihti; liberal hak ve hürriyetlerin iyicil (benevolent) bir devlet tarafından tesis edilmesi, çok partili demokrasinin yerleştirilmesi, altyapıyı kuracak güçlü ve etkin bir devletin varlığı ve işleyen bir kapitalizm. Açıktır ki burada Batı’daki tarihsel akıştan farklı olarak iyicil devlete ve onun reform kapasitesine güçlü bir iman vardı. Demokrasiyi de, işler kapitalizmi de iyicil reformist devlet sağlayacaktı. Öyle ki tıpkı ‘reformist’ ve ‘son kertede demokratik sürece saygılı’ addedilen Türkiye ordusu gibi ordular dahi 1960’larda tarihsel akışta olumlanabiliyordu…”

Türkiye, modernizasyon okulu açısından başarı hikâyelerinden bir tanesiydi. Teoriye güya uyuyordu. Kemalist anlatı ile paralellikler içeriyordu.

Mustafa Kemal, az gelişmiş bir ülkede devrim yapmış, ekonomik yatırımlar ve devlet bürokrasisi ile bir orta sınıf oluşturmuş, kültürel reformlar ve ideolojik eğitim ile modern bireyler oluşturmuştu. Bu resmî anlatı pek doğru değildi. Osmanlı anlatısı yanlıştı, Kemalist devlete verilen kredi fazlaydı. Modernizm tanımı sorunluydu. Ve demokrasi, hak, özgürlükler ikinci plandaydı.

ABD’ye ve Batı’ya eğitim almaya giden bu ülkenin parlak ve ayrıcalıklı entelijansiyası bu fikri sevmişti.

Muhtemelen birkaç sebepten ötürü.

Öncelikle modernizasyon okulu makuldü, akla yakındı. Ailede, okulda öğrendikleri Kemalist anlatıya uygundu. Az gelişmiş bir ülkenin ayrıcalıklı ailelerinden gelen münevverler, kitlelerin de -doğru politikalar uygulanırsa- kendilerine benzeyeceğine inanmak istiyordu.

İkinci olarak, modernizasyon okulu kolay bir reçete sunuyordu. Kafa konforu sağlıyordu. Evrensel bir şablon sunuyordu. Türkiye’nin özgün şartlarına yönelik detaylar üzerinde kafa yormaya gerek yoktu.

Ve son olarak, sınıf faktöründen mütevellit modernizasyon okulu hocalarından, öğrencilerine bir ayrıcalıklı, orta üst sınıf teorisi idi.

Fakat bir sorun vardı.

Modernizasyon teorisi bir analizden çok temenni idi. Ve indirgemeci, kolay, sığ bir temenni idi. Bu nedenle de çöktü.

Gürpınar’a göre bu çöküş şu şekilde gerçekleşti:

“Ancak modernleşme okulunun iyimser anlatısını tarih doğrulamadı. Avrupa-dışı Batı tarafından desteklenen (ya da açığa çıkması bir iki on yıl daha alsa da Batı tarafından desteklenmeyen ülkeler) diktatörlüklere evrildiler. Küresel ekonomik büyüme özellikle 1971’le beraber yerini durgunluğa ve resesyona bırakırken modernleşme sürecinin kendisinin iyicilliğine ve kaçınılmaz olarak her şeyin daha iyiye gideceğine inancı tuzla buz oldu. Bu süreçte sosyalist ve milliyetçi akımlar yükselir ve Batı-destekli ve yozlaşmış rejimleri Afrika’dan Asya’ya, Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya yıkarken yeni sol kökenli akademisyenler de kendi hocalarının liberal kapitalizme sadakatlerini sorguladılar. ABD’de II. Dünya Savaşı sonrası kurulan bölge çalışmaları departmanları süreç içinde kamusal politikalar öneren ‘uzman’lardan yeni kuşak eleştirel sol akademisyenlerin eline geçmeye başladı. 1970’ler itibarıyla tek bir modernleşme süreci olduğu ve bu sürecin taşıyıcının iyicil devletler olabileceği fikri artık hepten bırakılmıştı. Devir 1968 sonrası devlet ve milliyetçilik eleştirilerinin devriydi. Modernleşme süreci her şeyi çözecek bir iksir değildi; tam aksine geriye birçok ve öngörülmedik maliyet devretmişti…”

Modernleşme okulu çöktü ama bölgeye dair bakışımızda çok ciddi hasarlar da bıraktı. Yaşayan en önemli Orta Doğu tarihçilerinden Richard Bulliet, Orta Doğu çalışmalarına uzun zaman hakim olan modernleşme okulunun bu bölgeye dair algıları nasıl zedelediğini sarih bir örnekle anlatır.

Bulliet, bu paradigmanın hakim olduğu dönemde, Batı’nın saygın üniversitelerinde, Orta Doğu üzerine yazılan doktora tezlerindeki gözle görünür bir eksikliğe, hatta tuhaflığa dikkat çeker. Din ve dinî kurumlar üzerine yapılan çalışmalar neredeyse yoktur. Doktora öğrencileri bu konularda çalışmaya teşvik edilmez. Hatta din, dinî akımlar ve kurumlar, geçiş dönemi sonrası zaten olmayacak unsurlar olarak görülür. Bu yüzden bu kurumları çalışmak bir zaman kaybıdır, modernist okula göre. Zaten tarihin doğal akışı ve modernleşme sonucu sekülerizm hakim olacak, din marjinalleşecek ve hatta kaybolacaktır.

Gerçekten de, Bulliet’in tespiti son derece yerindedir. Uzun yıllar Orta Doğu siyasetine ve kültürüne hakim olan kurumlar bu nedenle araştırmacıların ilgisini çekmemiş, koca bir külliyat son derece mühim olguları incelemeyi ıskalamıştır. Örneğin, Mısır’ın ve bölgenin en köklü kurumlarından el-Ezher üzerine yapılan çalışmaların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Veya bölgedeki camiler, ulema ve İslami akımlar üzerine çalışmalar istisnadır. Bu dönemin modasına uymayan ve -belki de bu nedenle- Türkiye akademisi içinde çığır açıcı bir noktada duran Şerif Mardin, Nakşibendilik üzerine çalışırken yaşadığı mahalle baskısı bu anlamda öğreticidir.

Ezcümle, modernleşme okulu bu ülkenin entelijansiyasını sadece şabloncu bir tembelliğe hapsetmedi, aynı zamanda veriyi teoriye uydurma çabası nedeniyle kendi ülkesinin gerçeklerinden epey kopuk bıraktı.

Kitapta yazılan kolaydı. Demokrasi, liberalizm, modernleşme pürüzsüz devrimsel süreçler sonunda tesis edilecekti.

Ama sahada olan zorlu, sabır gerektiren, formülü ve sonu bir kitapta yazmayan bir toplumsal ve tarihsel akıştı.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayın

On5yirmi5