Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları ve seçim sürecei var. YUSUF KAPLAN-YENİŞAFAK “Kürt-Türk değil, Müslümanlarla kâfirlerin savaşı bu!” Bir insanın karakteri, zor zamanlarda kendini ele ...
EMOJİLE

Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları ve seçim sürecei var.

YUSUF KAPLAN-YENİŞAFAK

“Kürt-Türk değil, Müslümanlarla kâfirlerin savaşı bu!”

Bir insanın karakteri, zor zamanlarda kendini ele verir. Bir sosyal grubun veya kesimin de elbette.
BUNUN ADI İHANETTİR! İHANET!

Türkiye’nin dört bir taraftan dışardan ve içeriden topyekûn bir saldırıya maruz kaldığı kritik, zorlu bir zaman diliminde, “Türkiye mosmor oldu!” diye manşet atan bir gazete bu ülkenin gazetesi olabilir mi?
Böyle bir gazete, ülkesiyle savaşan, halkıyla, halkın değerleriyle, ruhkökleriyle savaşan, küresel şer güçlere çalışan, Sahibinin sesi, satılık bir müsveddedir sadece!

Ülke içinde bir partinin, bir sosyal kesimin sesi olan bir gazeteden değil, Türkiye’ye saldıran şer güçlerin sesi, sözcüsü olan bir gazeteden, hatta gazetelerden, medya gruplarından sözediyoruz artık!
İhanettir bu! İhanet!

Düşünsenize: Türkiye, ekonomisini büyütüyor, stratejik hedeflerini büyütüyor, ufkunu bütün bir medeniyet coğrafyasına yayıyor, genişletiyor… özetle, her bakımdan büyüyor!

Bu, bütün küresel güçleri, rahatsız ediyor, hatta çıldırtıyor! Hakimiyetlerini Osmanlı’nın çökertilmesinden sonra bizim medeniyet coğrafyamızı talan etmelerine, lime lime parçalamalarına, sonra da bu parçaları etnisite, aşiret, mezhep farklılıklarını kaşıyarak birbirine düşman etmelerine ve düşürmelerine borçlu olan küresel şer güçler, Türkiye’nin büyümesine, toparlanarak yeniden geImesine, tarihe yürümesine çıldırıyor, Türkiye’ye dört bir cepheden savaş ilan ediyorlar!

Böyle bir zaman diliminde böyle bir ülkenin elitleri, partileri, medyaları, sosyal, siyâsî ve ekonomik güç çevrelerinin bu saldırıya karşı göğüslerini siper etmeleri gerekir, değil mi?
Ama Türkiye’de tam tersi oluyor: Şer güçler, Türkiye’ye topyekun savaş ilan ediyor; oluşan siyasi boşluğu fırsat bilerek Türkiye’de terörü kışkırtıyorlar!

Peki, “bizimkiler” ne yapıyorlar! Açıkça, alenen, Türkiye’yi kaosa sürükleyen şer güçlerle Türkiye’yi vuruyorlar! Şer güçlerin oyunlarını bozacaklarına, kelimenin tam anlamıyla “şebek-e”lik yaparak, Türkiye’yi boğuyorlar!
İşte buna isyan ederim ben arkadaş! İhanettir bu! İhanet!

Şer güçlerin Türkiye’ye niçin saldırdıkları çok açık! Hâl böyleyken, Türkiye’deki “muhalefet” partileri, tam da şer güçlerin istediği şekilde hareket ediyor ve Türkiye’yi büyüten, stratejik hedeflerini derinleştiren, mazlum dünya Müslümanlarının umudu hâline getiren ve küresel sisteme -üstelik de sistemin içinden!- meydan okuyan Tayyip Erdoğan’a vuruyorlar! Ve terörden medet umuyorlar alçakça!
Bunun adı ihanettir! İhanet!

DİKKAT! DARBE ORTAMI OLUŞTURULUYOR!

Bu ülkede ne kadar çok hain, ne kadar çok satılık pespaye şahsiyetsiz tip varmış meğer! Ve nasıl da fırsat kolluyorlarmış!
Terörden medet umarak ülkeyi boğmaya değil kenetlenmeye ve şer güçlerin tezgâhlarını püskürtmeye ihtiyacı var ülkenin!
Şunu bilelim: Bu ülkede, darbe filan olmaz, demeyin! İpler, bu ülkenin çocuklarının elinde değil hâlâ! O yüzden rahatça karıştırıyor, cehenneme çeviriyorlar!

Koalisyon tuzağı püskürtüldü; şer güçler ve şebek-e-leri tek kelimeyle kudurdular! Ölümlerden medet umuyor alçaklar! Tam bağımsızlık savaşı sürecek! Türkiye’nin tam bağımsızlık yürüyüşünü engellenemeyecek!
Altını çiziyorum: CHP koalisyonu kurulamadı! CHP koalisyonuyla Türkiye’nin boynuna IMF tasmasını geçirecekler ve Türkiye’yi yeniden Washington’un, Londra’nın, Brüksel’in ve Telaviv’in kölesi hâline getireceklerdi. CHP koalisyonu kurulamayınca düğmeye basıldı!

Şer güçler, şebek-e-leri CHP, DHKPC, PKK, PÇete topyekûn saldırıya geçtiler: Terör tırmandırılıyor, kaos ortamı büyütülüyor ve Türkiye yönetilemez hâle getiriliyor!
Darbe ortamı oluşturuyorlar! Şimdiden “sıkıyönetim” telâffuz edilmeye başlandı bile! Bir sonraki adım darbedir! Aman dikkat, diyorum.

ERDOĞAN, SÂKİN YE KUCAKLAYICI OLMALI

Tayyip Erdoğan’ın bütün saldırılara, provokasyonlara rağmen sükûnetini koruması, toplumun bütününü kucaklaması, eleştirilere metanetle ve Hz. Eyüp sabrıyla yaklaşması gerektiğini hatırlatıyorum.
Çok zor bir süreçten geçiyor Türkiye. Bu zorluğu, gerilimi tırmandırarak değil, sabırla, basiretle ve toplumun bütününü kucaklayarak aşabiliriz ancak!

Şimdiden uyarıyorum: Türkiye’nin önünü açacak, İslâm dünyasını toparlayacak tek adam Tayyip Erdoğan! Allah, bu ümmetin kalbine tek bir kişinin sevgisini yerleştirdi: Tayyip Erdoğan.
O yüzden Erdoğan’ın bu süreçte, çok dikkatle ve rikkatle, şefkatle ve merhametle, basiretle ve sükûnetle hareket etmesi gerekiyor! Yoksa her şey bitebilir!

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

TAMER KORKMAZ-YENİŞAFAK

“O gece, ne demişlerdi?”

PKK terör örgütünün alçakça saldırıları devam ediyor. Teröristler, Siirt’in Şirvan ile Pervari ilçeleri arasındaki karayoluna döşedikleri bombayı askeri aracın geçişi sırasında patlattılar. Saldırıda, 8 askerimiz şehit oldu, acımız büyük…
Aydın Doğan’ın CNN Türk’ünde “Aman, bu saldırıdan dolayı HDP’yi kriminalize etmeyelim” seferberliği başladı!
“Barış Güvercini” diye pazarladıkları eş genel başkan ile onun Terör Partisi’ni akıllarınca “kurtarmaya” çalışıyorlar!
Seçimden önce, CNN Türk’te uzun müddet ekranda asılı kalan başlığı unutmuyoruz…
O gece, Demirtaş’ın “ağzından” ne demişlerdi:
“HDP’ye oy ver kurtul…”
*
CNN Türk’üyle Hürriyet’iyle Doğan Medyası…
Terör Partisi HDP’nin candan destekçisidir.
HDP, PKK terörünü hiçbir zaman kınamadı.
Teröre asla karşı çıkmadı; çıkması da mümkün değil…
Bütün hücreleriyle terörü benimsedi.
Gladio’nun örgütüne, mütemadiyen “yardım ve yataklık” yapmaya ayarlıdır.
PKK’nın siyasi maske takmış uzantısıdır, parçasıdır.
Terör örgütünün kuklasıdır…
Suç ortağıdır.
*
Bir de Can’daş Cumhuriyet var; sekiz şehit verdiğimiz terör saldırısını sürmanşetine çekerken özenle PKK’yı sakladı!
“PKK yaptı” diyemedi!
“Kan” Dündar mı, Bağımsız Müslüman Türkiye’ye karşı savaşanların medyadaki “Özel Harp” ayaklarından birisidir.
Paralel casusluk örgütünün, DHKP-C’nin ve de PKK’nın Can’dan destekçisidir.
Birkaç gün önce twitter’da şöyle yazdı:
“Silopi, Cizre, Nusaybin, Varto ve Şırnak’ta özyönetim ilan edildi. ‘Bizim yönetim sistemimiz fiilen değişti’ diyorlar. Madem öyle işte böyle!”
Bu satırları, TIR olayında “gazetecilik” maskesi altında icra ettiği casusluk faaliyeti ile birleştirdiğinizde, canla başla sergilediği “Özel Harp’çi Misyonu” ortaya çıkıyor!
*
Seçimden önce Cumhuriyet’in manşetinde yer alan Kandil röportajı üzerinden yaptıkları PKK ‘güzellemesini’ unutmadık:
“Kandil’de doğaya saygı önemli: Dağ taş demiyorlar sigara izmaritlerini bile yere atmıyorlar. Eteklerde yaşayan köylülerin rastgele ağaç kesmesine izin vermiyorlar. Komünal bir yaşam var…”
*
Askerlerimizin ve polislerimizin kanlarını döken PKK terör örgütünü “pamuklara saran” Can’ın Cumhuriyet’i, işte budur!
Boşuna “Kan” Dündar demiyorum!
*
Charlie yürüyüşünü müteakip birinci sayfasından “Haç çıkaran” Cumhuriyet mi; İstanbul Adliyesi’nde savcımızı şehit eden DHKP-C’li teröristleri de “pamuklara” sarmıştır.
Rehin alma olayı esnasında, teröristlerle röportaj yaptılar.
DHKP-C’lilere “terörist” diyemeyen…
Can’ın Cumhuriyet’i, o röportajı şu başlıkla vermişti:
-Cumhuriyet’e Konuştular…
-Bu eylem, mecbur bırakıldığımız yöntem…
*
Cumhuriyet, DHKP-C’li teröristlerin bu sözlerini öne çıkararak savcı Kiraz’ın hayatına kasteden terör “yöntemini” mazur göstermeye kalkışan gazetedir!

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

HAYRETTİN KARAMAN-YENİŞAFAK

“Tarık Ramazan”

Hasenu’l-Bennâ’nın torunu, 1962 Cenevre doğumlu, İsviçre vatandaşı, entelektüel, İslamolog ve üniversite hocası.
İslam’ı doğru anlama ve uygulamaya ulaşmak için adres gösterilen modernistlerden biri olan bu zatın düşüncesini, gerektikçe tenkitlerimi ekleyerek kendi eser ve konuşmalarından aktarıyorum:

Luis Lugo ile yapılan röportajdan:
“Bunun yanında bir diğer önemli husus ise, İslam’da yetki/otoritenin ağırlık merkezinde bir değişim ortaya koymaktır. Kitapta bahsettiğim şey de işte budur. Yani metne bağlı kalan alimlere/bilginlere bel bağlayamayız. Eğer çağdaş/günümüze ait problemlerle mücadele etmede ciddiysek, kontekste bağlı kalan alimler/bilginler yetiştirmemiz gerekiyor. Bu, oldukça önemli bir şeydir. Fakat bunun, otoritenin ağırlık merkezindeki bir değişimle ilişkisi vardır. Neden mi? Çünkü bizim alışkın olduğumuz şey, yalnızca ve yalnızca metne dayalı alimlerden/bilginlerden gelen bir şeylerin bizlere ulaşmış olmasıdır.
…. Bununla ne mi demek istiyorum? Bizler ortak bir temele, alana sahibiz. Hristiyan, Yahudi, Müslüman ve hümanist etik anlayışı bir şeyleri daha iyi hale getirmek adına bu alanlarda reform yapmaya yardımcı olabilir. Bu bir araya gelmek zorunda olduğumuz yerdir. Bana göre İslam bilimleri, İslami finans gibi algıları yıkmak gerek. Alternatif bilimler aramaya gerek yok. Bu doğru olmayan bir şeydir.

Mustafa Arslan’ın kitap tanıtımında:
“Ramazan, kadın konusunda yorum bilimsel yaklaşımları da devre­ye sokmakta. İslami yaklaşımlar yanında “yapıbozumu” yapılmasını istiyor. Ona göre, “metinler” önce “kendi bağlamları ışığında okun­malı” sonra yorumlar da “âlimin içinden çıktığı sosyo-kültürel bağlam ışığında okunmalı”. Bu tarz bir yapıbozumu zordur ama en azından “temel kaynaklar üzerine yansıyan tarihsel ve kültürel kabuğu / zarı kritik etmek” mümkündür. Kadın konusundaki söylem erkek egemen kültürden geniş oranda etkilenmiştir.”

Tenkit:
Metne bağlı alimler ve metne bağlı dini bilgiye ulaşma yolu T. Ramazan’a göre yanlış, doğru olanı yeni bir yorum yöntemi, bu da yapıbozumu olmalı; gerek metin (ayetler, hadisler) ve gerekse alimlerin yorumları (ictihadlar, tefsirler) kendi bağlamları ışığında okunmalı; yani vahyedilen bilgi ve hükümler vahyedildiği zamana, şartlara, ihtiyaçlara, ictihadlar yine aynı ortama bağlı olarak anlaşılmalı, bunlar çağımızda din bilgi ve hükümleri olarak kabul edilmemeli, amaca, maksada, gayeye bakarak yeni bilgi ve hükümler üretilmeli, bu üretim yapılırken de dinli dinsiz dünyada geçerli değerler esas alınmalıdır. T. Ramazan’ın bu yönteminin çok benzeri Fazlurrahman tarafından yıllarca önce dile getirilmişti, ama kendi ülkesi dahil İslam dünyasında kabul görmedi. Klasik usulden hoşlanmayan bir kısım akademisyenin mezhebi olmanın ötesine geçemedi.
“Bana göre İslam bilimleri, İslami finans gibi algıları yıkmak gerek. Alternatif bilimler aramaya gerek yok” diyen T. Ramazan’a göre İslâmî olan, Kur’an’dan, hadislerden metni esas alarak çıkarılan tefsirler ve ictihadlar değildir, adalet, eşitlik gibi adı güzel içi boş (spekülasyona açık, içi doldurulurken icma vaki olmayan, Batı uygarlığının ürünü olan) ölçütlerle İslamî olan ve olmayan belirlenecektir. Böyle bir yöntem ile ortaya konacak İslam, T. Ramazan ve benzerlerinin İslam’ı olur, ama ümmetin İslam’ı olmaz.

Claudia Mende ile yapılan söyleşiden:
“Kur’an’da bu konuyla (kadının mirası ile) ilgili olarak çok kesin ve net ayetler var… Eğer günümüzün ailelerine bakarsanız aile içindeki düzenin bu şekilde işlemediğini görürsünüz. Çünkü artık çocuklarıyla yalnız başına ilgilenen, sorumluluğu yalnız başına yüklenen çok fazla kadın var. Böylesine kesin ve net ayetleri Kur’an’dan çıkarmak mümkün değil… Böylelikle İslam anlayışına uyduğu fikrinde olunan ve aslında gerçek hayatta adaletsizliklere neden olan ayetlerin bire bir çevrilerek uygulanması yerine adil olanın uygulanmasından yanayım.

Toplumlarımızda görülen bazı belirgin meselelerin çözülmesi gerekiyor. Ancak bunu başarmak için çağdaş dünyada geçerli bir metodoloji bulmak zorundayız. Metinler üzerine uzmanlaşmış bilginlerle, metinlerde ifade edilenlerin bağlamıyla ilgili konularda uzmanlaşmış bilginler olarak, bizim bir araya gelip, burada Batı’da ve aynı zamanda Fas’ta ya da herhangi başka bir yerde karşımıza çıkan zorlayıcı ve karmaşık meselelere, çözümler üretmemiz gerekiyor.
İslam’da aile kavramı geleneksel olarak bir erkek ve bir kadınla tanımlanır. Bazı din bilginlerinin söylediklerinde, Hıristiyanlık ve Yahudilik’te de olduğu gibi, eşcinselliğe karşı çok acımasız bir kınama vardır. Dalai Lama bile eşcinselliği kınamıştır. Mesele bu değil… Müslüman alimler inanç alanıyla toplumsal alanı birbirinden ayırıyorlardı.”

Tenkit:
Bir hüküm Kur’an’da açık ve kesin olarak geçiyor, ama T. Ramazan’a göre “gerçek hayatta adaletsizliklere neden oluyor, bu ayetler değil, adil olan kimin kanunu ise o kabul edilip uygulanmalı imiş. Örnek olarak “kadınların mirasta, erkeklerin aldıklarının yarısı kadarını almalarını” gösteriyor. Biz biliyoruz ki, İslam’ın yol gösterdiği kadın-erkek ilişkisi, aile düzeni ve dayanışmasına göre kadının yükümlülüğü az, maişeti her durumda garanti, aldığı miras da bu sebeple ve sonuç olarak erkek kardeşinin aldığından daha fazla oluyor. Bugün ilişkiler ve düzen değişti diye İslam’ın düzen ve çözümünü bir yana atıp, yeni ve aslında “adil, insani, fıtrata uygun olmayan” düzenin çözümünü üstelik İslâmî diyerek sunmak -bu yöntemi genelleştirdiğimizde- bizi nasıl bir dine ve medeniyeti götürür; biz kim ve ne oluruz?

İçinde bulunduğumuz gayr-i İslamî şartlar ve dayatmalar sebebiyle zarurete dayalı ve geçici çözümler bulmak başkadır (bu sınırlı olarak caiz olabilir), dünya değişti diye değişmeye devam ederek kendi dininden ve medeniyetinden çıkmak başkadır ve bu doğru değildir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET BARLAS-SABAH

“Uyuyan güzelin uyanma zamanı hâlâ gelmedi mi?”

Nasıl bir insanın ayakta olması onun uyanık olduğunu kanıtlamazsa, toplumlar da bazen ayaktayken uyutulurlar…
Bizler de “Egemenlik ulusundur” veya “Milli davalarımız” benzeri klişeleri ayakta tekrarlarken birileri tarafından uyutuluyor değil miymişiz? “Komünizm tehlikesi”, “Şeriat tehlikesi”, “Bölücülük tehlikesi” benzeri uyku ilaçları ile birbirimizden ürker hale getirilmedik mi? Bu sırada da dış politikamızı, istihbaratımızı, savunmamızı dışarıdaki güç merkezlerine teslim ettik. Kendilerini “Hizmet cemaati” olarak sunan dış güdümlü örgütler bundan 30 yıl önce adliyeye ve polise sızmaya başladıklarında, bizler ayakta uyumuyor muyduk? 

Derin uyku 
Öylesine derin bir uykuydu ki bu, ne darbeler, ne terörizm, ne de ambargolar bizi uyandırabildi… Bizi de, komşularımızı da trajik serüvenlere sürükleyen gerçekleri göremedik.
Amacı sadece demokrasi olan ve İran petrolünün İran’a ait olduğunu savunan Musaddık İngiliz- Amerikan ortak darbesi ile devrilirken, bu ülkede komünizm tehlikesinin sona erdirildiğine inanmadık mı? Ya da Saddam Amerikan desteği ile İran’a saldırtılırken, kendi sonunu da hazırladığının farkında mıydı? 

Devlet de uyutuldu 
Şimdi de bazılarımız hâlâ ayakta uyumaya devam etmiyor muyuz? Bunların sadece bir bölümü 7 Haziran seçimleri ertesinde HDP’nin kimlik ve söylem değiştirmesi ile uyanmadılar mı? Aslında “Açılım süreci”nde devlet ve siyaset de uyutuldu…
PKK’nın barışı ve uzlaşmayı istediği yanılgısı içinde Güneydoğu coğrafyasında bunların silah ve militan yığınağı yapmaları görmezden gelinmedi mi? Bu uyku halinde HDP’nin Kandil’e değil de, Kürt seçmen tabanına dayandığı rüyası da görülmedi mi? 

Tezkere ve sonrası 
Irak’a ABD askeri müdahalesine Türkiye’nin katılmasını mümkün kılacak “Tezkere”nin reddedilmesinde seyirci kalan generaller “Ergenekon Davası” ile, “Hayır” oyu veren o zamanki CHP’nin Genel Başkanı Deniz Baykal da “Kaset Skandalı” ile tasfiye edilirken, bu işleri tezgâhlayan “Paralelciler”le CIA arasında bir ilişki olabileceğinden hiç kuşkulandık mı?
Yıllar önce rahmetli Demirel, kendisine çok yakın isimlerin Ecevit’le Güneş Motel’de anlaşıp ihanet etmelerini yorumlayan ve uyutulmak üzerine bir fıkra anlatmıştı… 

Yanlış ilaçmış 
Adana’da işleri olan İstanbullu bir işadamını gece yarısı uyandırıp Adana’ya çağırmışlar.
Otomobili ile yola çıkarken bir eczaneye uğrayıp, uyku kaçıran bir ilaç almış.
İki hap kendisi, iki hap da şoförü içmiş.
Konya’ya geldiklerinde ikisine de uyku bastırınca, hem kendisi hem şoförü ikişer hap daha yutmuşlar. Ve Adana’ya yaklaşırken şoför uyuyakalınca bir virajda araç uçuruma yuvarlanmış. Meğer uykuyu kaçırdığını sandıkları ilaç uyku hapıymış. Eczacı yanlış ilaç vermiş onlara…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ENGİN ARDIÇ-SABAH

“AKP-Bağımsızlar koalisyonu!”

Heyecanlanmayın, kurulacak olan hükümet alt tarafı iki ay ömürlü bir “koltukları boş bırakmama” hükümetidir. Yalnızca “marke etmek” üzere…
Güvenoylaması da yok.
Zaten bu sıcakta heyecanlandığınız falan da yok ya…
Adı seçim hükümeti.
Seçim 1 Kasım’da.
Yasa gereği adalet, içişleri ve ulaştırma bakanları zaten bağımsız olmak zorundalar.
CHP ve MHP katılmayacaklarını açıkladılar. HDP balıklama atlıyor…
Hiçbir partiyle hiçbir koalisyona yanaşmayan HDP seçim hükümetine takla ata ata dalıyor…
Karşısındaki kişiler de enayi olmadıkları için, HDP’ye “boş bakanlık” verilecekmiş. Bakanlıkların en boşu devlet bakanlığıdır ama o tarihe karışmış bulunuyor.
Yani, HDP’ye verilecek hepi topu 3 bakanlığın “içi boşaltılacak”, görev ve yetkileri tırpanlanacak, bunlar başka bakanlıklara bölüştürülecek.
Bunlar da herhalde tarım ve hayvancılık, köy işleri, orman, çevre falan olur.
Aslında sanayi ve teknolojiyi vermeli ki boylarını geçsin, apışıp kalsınlar…
Buralarda bile kadroları ele geçiremeyecekler çünkü en basit atama bile başbakanın onayına bağlanacak.
Yani PKK elemanları bazı belediyelerde olduğu gibi bakanlıklarda da yuvalanamayacaklar.
HDP bu fuzuli işgal adaylarını bile “kendisi saptamak” istiyor, oysa bu da başbakanın yetkisi dahilinde. (Komediye bakın ki, bu görevler için tercih edilebilecek “ılımlı” adaylar arasında Celal Doğan ile Sırrı Süreyya Önder’in adları geçiyor! Bence Ertuğrul Kürkçü’yü de alın, samanlık gördü bir de bakanlık görsün.) Çok tantana ederlerse de kendilerine “hadi yürü” denecek, gene bağımsızlara dönülecek.
Bunların mebus olmaları da şart değil üstelik.
Önümüzde iki ay ömürlü bir “AKP-Bağımsızlar koalisyonu” var. Hiçbir icraat yapacağı falan da yok. Fetret devri bütün hızıyla sürüyor.
Fakat bu komedya da oynanmak zorunda, anayasa emri.
Başkanlık sistemi olsaydı bu saçmalıkların hiçbiri yaşanmayacaktı… Sapasağlam bir hükümet on iki aydır iş başındaydı…
Erken seçim falan da yoktu…
Seçimde dengeler değişmezse de, AKP-Bağımsızlar koalisyonu 2016 baharına kadar fiilen görevde kalır!
Yani muhalif basın amigoları gene avuçlarını yalarlar.
Fakat bu arada sorulması gereken soruları da lütfen sorunuz:
– Bazı bölgelerde özerklik ilan edeceğini, Türkiye Cumhuriyeti’nin valisini kaymakamını tanımayacağını bildiren HDP, hangi yüzle o cumhuriyetin hükümetine bir ucundan girmek istemektedir?
– Aynı HDP hangi yüzle o devletin meclisinde hem de seksen kişiyle bulunmaktadır?
– Bu partinin seksen kişiyle o nefret ettiği devletin meclisine girebilmiş olması yeterince büyük bir başarı değil miydi ki PKK savaşı yeniden başlattı?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

BURHANEDDİN DURAN-SABAH

“Tekrar seçimin ana dinamikleri”

Türkiye ilk defa bir “tekrar seçim”e gidiyor. Yaklaşık 5 ay sonunda AK Parti- Bağımsızlar- HDP seçim hükümeti ile… Her seçim kendine has şartlara ve gündeme sahipse de muhtemelen kasımda gerçekleşecek tekrar seçimin siyasi hayatımızda ayrı bir yeri olacak.
Türkiye ile ilgili analiz yaparken “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” sözünü çok ederiz.
Fakat bu sefer durum biraz farklı gibi. 7 Haziran seçimlerine giderken yapılan tartışmalar, hâlâ zihinlerimizde capcanlı. Bu yüzden partilerin kampanyaları iki seçimi birbirine bağlayan temalardan oluşacak. Kaybolan siyasi istikrarın öneminden bahsedilecek. Siyasi krizin sorumluluğunun kimde olduğu tartışılacak. Terörle kimin mücadele edebileceği konu edilecek. Liderler seçmenlerden üç dönemi tahayyül etmelerini şu üç soru üzerinden isteyecek.
1- 7 Haziran’dan önce nasıldı, “ne demiştik?” 
2- 7 Haziran’dan sonra “gerçekten ne oldu?” 
3- Tekrar seçimden sonra “nasıl bir Türkiye” istiyorsunuz?
Elbette her parti bu sorulara farklı cevaplar verecek, farklı argümanlar eşliğinde meramlarını anlatacaklar. MHP, terörü kullanarak tam bir kriz söylemi ile sahada yer alacak. “Çözüm süreci yüzünden AK Parti ve PKK’nın el ele ülkeyi ‘iç savaş’a sürüklediği” argümanını öne çıkaracak.
Seçim hükümetine HDP’nin katılmasını sonuna kadar kullanacak. Hiçbir koalisyon formülü içinde yer almadığı eleştirisini de, ülkenin geldiği durumu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı suçlayarak göğüslemeye çalışacak. MHP, 7 Haziran sonrasında Erdoğan karşıtlığı sermayesinden istifadeyi hiçbir şekilde terk etmemiş bir parti olarak yapacak bunları. 

***

Şurası açık, Meclis’in erken seçim kararı alamaması HDP için can suyu oldu. Zira seçim hükümetine katılarak terörün başlamasının getirdiği meşruiyet ve popülarite kaybını HDP böylelikle telafi etmeye çalışacak.
Hükümette olmak HDP’ye, kimilerinin iki- yüzlü olarak, kimilerinin çifte söylemli olarak nitelediği siyasetini sürdürme fırsatı da tanıyacak. Bir yandan “özyönetim ilanları” ve terör üzerinden “savaş dili”ni sürdürecek. Diğer yandan ise hükümette olmanın da zorlamasıyla “barış dilini” seslendirebilecek. Yine de PKK’nın terör eylemlerini hangi ölçekte tutacağı, tek taraflı ateşkes ilan etme ihtimali HDP’nin oy oranını belirleyecek.
HDP, devletin operasyonlarını kendi milliyetçi tabanını pekiştirmek için rahatlıkla bir söyleme dönüştürebiliyor. Bu da “Kürtler kendine oy verdiği için barış ortamı bitirildi” şeklinde…
Ancak güneydoğuda şiddetin artması HDP’nin de aleyhinde. CHP ve MHP’nin seçim söylemlerine bağlı olarak HDP, terör ortamında bile kendini demokrasi öncüsü göstermeyi deneyecek. 

***

CHP’ye gelince. Kılıçdaroğlu, bu seçimlerde de “pozitif bir kampanya” yürüteceğini açıkladı. Bu kez terörle mücadele konusu demokratikleşme paketi çerçevesinde ele alınacak. Bu yaklaşım, ülkenin bir kısmında “sıkıyönetim” ilan edilmesini isteyen MHP’nin zıddı bir yerde duruyor. İlk önce “HDP seçim hükümetine üye vermezse biz de vermeyeceğiz” açıklamasını yapan CHP bir gün sonra başka bir pozisyon aldı. HDP hükümete katılacağını açıkladığı halde CHP seçim hükümetinde olmayacak. Bu hızlı değişikliğin amacı MHP’nin muhtemel “hepiniz teröre destek veriyorsunuz, işte bir aradasınız” suçlamasından kurtulmak olsa gerek. Bir diğer sebep AK Parti ve Erdoğan karşıtlığını seçimlerde kullanabilmek olabilir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

“Havuza saldırı… Öyle mi rezil herifler?”

Terör, kimden gelirse gelsin, hedefi ne olursa olsun, “terör”dür rezil herifler. 

Terör uygulayan kişiye “terörist” adı verilir, terör eylemine de adlı adınca “terör eylemi” denir.

Dünyanın her yerinde böyledir bu… Değişmez!

Bir medya grubunun patronuna saldırılmıştır…

Ciddi bir saldırıdır bu… “Ama”sız, “fakat”sız, “lakin”siz kınanmalıdır.

Siz terörü kınama yürekliliği, hedef olmuş kişilere “geçmiş olsun” deme nezaheti ve inceliği göstermiyorsunuz. İnsanlık dersinde sınıfta kaldınız ve hadi “mazursunuz” diyelim…

Peki, o “havuz medyası” yaftalaması da ne oluyor rezil herifler?

Saldırı, “havuz medyası”na yönelik olduğunda, bunu doğal karşılamamız mı gerekiyor?

Ne demiş oluyorsunuz “havuz medyası” yaftalamasını kullanarak? Ve niçin haberlerinizde bu hususu özellikle öne çıkarıyorsunuz?

Saldırıyı meşrulaştırmak mı istiyorsunuz?

Bunun “doğal ve olması gereken” bir sonuç” olduğunu mu düşünüyorsunuz

Taraftarlarınıza, yüreklerini soğutacak bir mesaj vermeye mi çalışıyorsunuz?

İntikam duygularınızı mı köreltiyorsunuz?

Nedir?

Hayır, rezillikte sınır tanımaz tutumunuza elbette şaşırmıyoruz… Şaşırtmıyorsunuz artık bizi. Düstursuz, istikametsiz, omurgasız duruşunuzu “acıklı bir var olma çabası” olarak gördüğümüz ve kendi içinde “tolere edilebilir bir sapma”saydığımız için, insani bir refleks göstermenizi, haysiyetli bir yakınlaşma çabası içine girmenizi beklemiyoruz. Empati ve anlayış da beklemiyoruz… “Dayanışma” hiç beklemiyoruz.

Hiç değilse, rezilliklerinizi, “düşük ahlak” örneği olan tamahkârlıkla ve “cehaletle” taçlandırmayın.

Hem rezilsiniz, hem cahilsiniz.

Hem de “düşük ahlak” numunesisiniz.

BİR- Murat Sancak, “Star gazetesi” ve “Kanal 24”ü bünyesinde barındıran “Es Medya” grubunun “bir yöneticisi” değildir. Patronudur… Yani, Es Medya Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkanı’dır… “Bir yöneticisi” ifadesini özensizliğinizle değil, başka bir “duygu”yla açıklamak gerekiyor. Buradaki “profesyonel özensizliğin”, apaçık bir “tahfif girişimi” olduğunu ve teröre mazeret üretmek dışında bir işe yaramadığını sizler de çok iyi biliyorsunuz. Mülaaneci dilinizden çok rezillikler sadır oldu. Elbette şaşırtmıyorsunuz bizi.

İKİ- Star gazetesi, açık ihale yoluyla TMSF’den satın alınmıştır. Star’ın ilk devirden sonraki sahibi, ikinci devirden sonraki sahipleri, üçüncü devirden sonraki sahipleri bellidir. Ticaret sicil kayıtlarından bu bilgilere (ve isimlere)ulaşılabilir. Kanal 24 ise, ilk dönem Star’ından bağımsız bir kuruluştur, TMSF’den alınmamıştır, sıfırdan kurulmuştur. Star gazetesinin devir öyküsü de bellidir. Gazete, bazı işadamlarının kurduğu “havuz”a değil, ticaret sicil kayıtlarından ismine rahatlıkla ulaşılabileceğiniz bir işadamına (açık ihale yoluyla) devredilmiştir. Yani, Star’ın “havuz medyası” yaftalamasıyla bir alakası bulunmuyor… “Havuz medyası” arıyorsanız, yine TMSF’den açık ihale yoluyla satın alınan (yani işadamlarının meşru kanallarla kurduğu havuza devredilen) Sabah gazetesine bakacaksınız… Ki, orada da herhangi bir kriminal durum bulunmuyor. “Açık” ve “meşru” bir alışveriş söz konusudur. Rezilce sağa sola sataşmayı bırakın, işin aslını öğrenin.

ÜÇ- Erdoğan nefretinizi anlıyoruz. Bunu, mahut “var olma” çabanızla açıklıyoruz ve esasında doğal da karşılıyoruz. Siz hep böyleydiniz. Her zaman düstursuz, istikametsiz ve omurgasızdınız. Doğal olmayan, “Cemaatimize yarıyorsa terör iyidir ve meşrudur, cemaatimize yaramıyorsa terör kötüdür ve gayrı meşrudur” yaklaşımınızdır. Bundan vazgeçin. Azıcık insan olun.

DÖRT- Terör serseri mayın gibidir. Her an hedef ve yön değiştirebilir. Terörün doğasında vardır bu. Yarın size yöneldiğinde ağlamayacaksınız.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

SİBEL ERASLAN-STAR

‘Blok’tan ‘abluka’ya geçenler memnun musunuz?

MHP ve CHP, seçime gidiş yolunda kurulacak hükümete temsilci vermeyeceklerini açıkladı. Terör can almaya devam ederken gelişiyor bu buz gibi inat. AK Parti’yi, sırtını eli silahlı terör örgütlerine dayadığını beyan etmiş HDP ile başbaşa bıraktıklarını zannediyorlar. 

Oysa terör örgütleriyle baş başa bırakılan AK Parti değil, Türkiye…

Politik hırs ve politik nefret bu kadar bağlar mı insanın gözünü. Haydi göz bağlanır da vicdanlarıyla baş başa kaldıklarında kendilerine ne söyleyecekler.

Büyük gururla AK Parti karşıtı ‘blok’tan bahsedenler herhalde şimdi gayet memnundur. Bahsettikleri blok, bugün halkı çepeçevre kuşatan bir ablukaya dönüştü oysa. Siyasetsizlik ablukasına…  

Kime karşı?

AK Parti Hükümetine mi, AK Parti’ye mi, AK Parti’ye oy verenlere mi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a mı, Türkiye’ye mi?.. Hangisine?

Sanırım hepsine de…

Özellikle MHP lideri Bahçeli’nin kendi içinde paradokslarla da örülü ‘her şeye hayır’ tavrında da bu ‘blok’laşmanın esir aldığı haleti ruhiye vardı… CHP de buna eklenince, kervandılar, kuşatmaya evrildiler…

Siyasi sistemler, zaman zaman benzeri bloklaşmaya sürüklenir, siyasetin ve özellikle seçim barajlı ve koalisyona açık parlamenter sistemlerin doğasında gelinebilecek bir vadidir ‘blok’ kavramı. Ne var ki; bloklaşma arızidir, geçicidir, farklı kanaat cephelerinin, belli bir çerçevede, spesifik bir konu veya talepler manzumesi etrafında geçici olarak kurulmuş birlikteliğin adıdır.

Bizim bugün karşı karşıya olduğumuz tavırsa, şimdiye kadar şahit olduğumuz siyasi muhalefetlerin çok ötesinde bambaşka bir şey…

Bloklaşma ile değil abluka ile karşı karşıyayız.

Tüm muhalif siyasi unsurların, medyaların, paralel bürokrasinin, paralel istihbaratın ve tüm algı mühendisliklerinin yanı sıra küresel ve diplomatik kuşatmayı da giyinmiş, üst üste zırhlarla konuşlandırılmış, çok cepheli başka bir matematikle karşı karşıyayız…

İkame edilen ‘Türkiye aleyhtarı’ geniş düzlem, diğer tüm aleyhtarlıkları ustalıkla yönetiyor.

İçerideki sivil veya siyasi hemen her kıpırdanışın, dışarıda derhal zehir zemberek bir dosyaya dönüştüğünü… Türkiye aleyhtarı bu kuşkucu ve ilzam edici bakışın hepimizi de tek tek imbikten geçirdiği bambaşka bir evredeyiz…

***

Bu tür bir kolaylaştırıcılığı siyasi yelpazesi için gayet uygun bir rüzgar olarak gören CHP, MHP hatta işi alelacele özerkliğe kadar dayatan HDP… Ateşle oynadıklarını farkındalar mı? Bir Türkiye yoksa bir CHP ne kadar vardır, niçin varolacaktır, üstelik de Atatürk’ün partisiyken? Türkiye’nin bittiği, bitirileceği yerde milliyetçi MHP’nin varlığından bahsedebilir miyiz? Tek bildikleri iş hendek kazmak olan HDP siyaseti, altının oyulmasına alkış tuttuğu bu ülke olmasa, hendeklerini nereye ve kime karşı kazacak, Barzani’ye mi, DAEŞ’e mi, düne kadar PJAK’ı gördüğü yerde idam eden İran’a karşı mı? Türkiye’nin üstünün çizildiği, altının oyulduğu bir eşikte her taraf Türkçe Olimpiyatları, her taraf dershane olsa ne olur…

***

‘Bloklaşma’ ifadesini sevenlerin aynı iştiyakla kullanmayı pek sevdikleri diğer ifade ise ‘Erdoğanizm’ olarak göze çarpıyor. %52 oyla seçilmiş bir cumhurbaşkanından söz ediyoruz oysa. Onun yerine başka bir kimse seçilmiş olsaydı da benzeri hislerle dolup taşabilirdik. Çünkü bu tür seçimler doğası itibariyle ‘kazananın hepsini kazandığı, kaybedeninse hepsini kaybettiği’, arası, moderasyonu, ortalaması, parçalısı, ikinciliği, üçüncülüğü olmayan seçimlerdir. Neticesi dominanttır.

Seçimi kaybedenlerin ‘Erdoğanizm’ ifadesiyle büründüğü bu negatif hissiyat, aslına bakarsanız Erdoğan’dan kaynaklanmıyor. Onu Cumhurbaşkanı eyleyen seçimin, dolaysız bir katılım olan referandum tarzında gerçekleşmesinden kaynaklanıyor. Ha, bir de şu var; Erdoğan protokol adamı olmayacağını, terleyen bir reisicumhur olacağını da söylemiştir.

***

Bir değişim sürecinden geçiyoruz. Bunu ‘devrim’ olarak da niteledik çoğumuz. Sadece hedef değil, çok önemli demokratikleşme adımları atıldı, ulaşım, sağlık, sosyal destek başta olmak üzere çok değerli kazanımlarımız oldu son 10 yılda. Hangi siyasi görüşten olursak olalım bunları kaybetmek istemiyoruz hiçbirimiz.

Sadece bu bile devrim’den çok, mütemadiyet yani devamlılık arzu eden bir bağlam değil mi? Millet olabilmek biraz da bu bağlamı topyekun hissedebilmekten geçiyor. Bu minvalde ülkece kazançlarımızı, ‘devrim’ veya ‘rejim değişikliği’ olarak değil de, ‘müspet demokratik  değişimler, vatandaşlık kazanımları’ olarak takdim etmek, kapsayıcı ve katılımcı dile özen göstererek, kıvancı her kesimle paylaşmak, sevinci ve sinerjiyi yaygınlaştırmak… Dominant bloklaşmaya dair hissiyatın, pansumanı olabilir mi diye düşünüyorum.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

BERİL DEDEOĞLU-STAR

“PKK’nın amacı ne olabilir?”

Bunca can yitip giderken, insanın isyan etmemesi, neden diye sormaması mümkün değil. PKK’nın Türkiye’nin görünümünü değiştirmeye niyeti olduğu açık. Seçime gittiği için siyasi belirsizlik yaşayan, terör olduğu için güvenli olmayan, parası değer kaybettiği için ekonomik kriz sinyalleri veren, Doğu’sunda devlet otoritesi kuramadığı için iç savaş riski taşıyan bir ülke. 

İşte PKK eylemleri, Türkiye’nin böyle bir ülke olarak görülmesine, bu şekilde algılanmasına hizmet ediyor. Üstelik bu algının sadece dünyada değil ülke içinde de gelişmesine katkı sağlıyor. Arka arkaya sıraladığımız bu nitelikler Türkiye’nin Mısır, Suriye, Tayland ya da terör saldırılarına maruz kalan başka ülkelerle aynı kategoride değerlendirilmesine yol açıyor. Bu kategori de 3. Dünya ülkeleri kategorisi.

Gerçekler PKK’nın yaratmaya çabaladığı görüntüyle uyumlu değilse, bu durumda soruları başka türlü sormak gerekir. PKK, ya eylemlerine karşılık Türkiye’nin yapacaklarıyla, alacağı önlem biçimleriyle, daha önceleri yaptığı hataları tekrarlamasını ve böylece gerçekten bir 3. Dünya ülkesi olmasını istiyor. Ya da sadece böyle bir izlenim vermeyi.

Kürt halklarına yararı var mı?

Türkiye’nin 3. Dünya ülkesi olması ya da öyleymiş gibi gözükmesini PKK neden ister? Diyelim ki, PKK Kürt halklarının özgürlükleri, hakları, barışı için mücadele veriyor. Hangi 3. Dünya ülkesinde halklar arasında eşitlik sağlanmış, hangisinde azınlık hakları yapısal anlamda çözülmüş, hangi birinde özgürlüklerden ve barıştan söz edilebilir?

3. Dünya ülkesi demek, fakirleşen, çatışan, dünya ile kavga eden, göç alıp göç veren ülke demek. PKK Türkiye böyle bir ülke olursa, Kürt halklarının özgürlüklerini korumayı başarmış mı olacak? Yanıt hayır olduğuna göre, ikinci seçeneğe bakalım.

PKK, Türkiye’nin 3. Dünya ülkesi olmasını değil, sadece öyle gözükmesini istiyor olabilir. Bu yöntemle Türkiye’nin Kürtleri ezdiği üzerinden yapılan küresel siyasette “el” kazanabilir; özerklik ya da bağımsızlığa gidecek yolda “mağdur haklın, haklı mücadelesi” bağlamında meşruiyet zemini genişletebilir. Yani bir yandan Türkiye’den kopma sürecine dünyayı alıştırırken, öte yandan o dünyadan da destek istenmesi söz konusu olur.

Bu teze dair de bazı sorunlar var, zira PKK’nın beklentileri arasında bir özerklik varsa, bunun en barışçı yolu Ankara’dan geçer.

Dublör görevi

Yapılacak yeni bir anayasa, yerinden yönetimleri güçlendirebilir ve İstanbul, Bursa, İzmir ne kadar özerk olursa, Diyarbakır da o kadar olur. Her bölge kendi kazandığını tüketir; böylece aslında en zengin bölgeler da özerk olmak ister. Tıpkı İspanya’daki Bask bölgesi gibi. Bunun Kürt halkına ne gibi avantajlar sağlayacağı ise açıklamaya muhtaç hale gelir.

Diyelim ki, PKK özerklik değil, bağımsızlık peşinde. Bağımsız Kürdistan’ın Suriye, Irak ve İran’ı kapsayıp kapsamadığı, bu bölgelerdeki tüm örgütlerin benzer beklenti içinde olup olmadığını bilmiyoruz; ama hem fikir olduklarını varsayalım.

PKK, asker polis öldürerek devlet kurulacağını sanıyor olabilir mi? Hayır. İşin içine halklar karışmadıkça, yani iç savaş olmadıkça bu gerçekleşmez. Ayrıca bir örgüt bağımsızlık istiyor diye devlet içinde devlet de kurulmaz. Yeni bir devletin kurulmasının yolu en az üç devletin karıştığı ve bunlardan da en az birinin küresel güç olduğu savaşlardan geçer. Ayrıca kurulacak devletin küresel güçlerce tanınması gerekir.

Bu beklentinin konjonktürde karşılığı yok. Yani Türkiye büyük hatalar yapmazsa, PKK kendi başına bu amacına ulaşamaz.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET TAŞGETİREN-STAR

“Sancaklar düşmez”

Tam 22 kurşun. Öldürmeye tam teşebbüs. Murat Sancak’ı Allah korumuş. Tabii ki bu bireysel bir hadise değil. Star medya grubuna yönelik ikinci saldırı. Teröre, şer odaklarına karşı kararlı duruşun bedeli ödetilmek isteniyor. Ülkeye bedel ödetilmek istenirken vatan savunması safında yer tutan Star medya grubunun da buna hedef olması yadırgatıcı değil. Bu saldırılar kimseyi yolundan çevirmez. Gün, yürek bütünlüğünü koruma ve vatan savunmasını tahkim etme günüdür. Ben Murat Sancak’a çok çok geçmiş olsun diyor, Rabbim’den kalbi sekinet lutfetmesini niyaz ediyorum. Zor zamanlardayız ama ülke olarak bu zoru aşacağız. Türkiye çok önemli. Sancaklar düşmez. 

Aidiyet bilinci ne olacak?

Terörle mücadelenin sanıldığından daha girift (komplike) bir hadise olduğunu kabul etmek lazım. İşin nihayetinde en özen gösterilmesi gereken konu, aidiyet bilincinin nasıl evrileceği ile ilgilidir.

Terör örgütünün iki şeyi başarmaya çalıştığı öngörülebilir:

Bir: Kürtlerde ayrı bir devlete zemin olmak üzere ayrı bir etnik aidiyet bilinci oluşturmak.

İki: Bu aidiyet bilincinin örgüt temsiliyeti ile birebir örtüşmesini sağlamak.

Örgüt, Kürtler üzerinde terörü de bunun için kullanıyor. Hani sonunda stockholm sendromu gereğince, tahakküm altına alınanlar, tahakküm edenlere aşık olurlar, mantığı ile.

Örgütün Kobani’yi bu aidiyet bilincini inşa ve onu PYD-PKK paralelliği ile örgüt temsiliyetine irca yolunda nasıl kullandığı bir laboratuvar netliğinde gördük.

HDP’nin aldığı oy, acaba “Türkiyelileşme”yi, yani aidiyet bilincinin Türkiye’ye doğru akmasını mı besliyor, yoksa oy verenlerin farkında olamadığı bir katakulli ile etnik aidiyet bilincine güç veren bir niteliğe mi bürünüyor? Burada “Emanet oy” tartışması boşuna değil.

Genel Türkiye kamuoyunun “Türkiyelileşme” söylemine kredi açması, HDP’nin Meclis’te bu boyutta temsilini önemsemesi, Kürt etnisitesi ekseninde siyaset yapan bir hareketin, ayrı bir yol tutması yerine, Türkiye bütününe entegre olabilme potansiyeli sebebiyledir. Ama şu kısa zamanda görüldü ki HDP, gerçekten “Türkiyelileşme”ye yönelme zorluğu çekiyor. Bunu örgütün zoruyla mı yapıyor yoksa, HDP’li aktörler de Türkiye kamuoyuna karşı rol yapıp, gerçekte terör örgütünün stratejisi içinde mi hareket ediyor, bu net değil.

Şu an her gün dozu yükselen terör hadisesi yaşıyoruz. Belli ki Doğu-Güneydoğu ateşin içinden geçiyor. Ölümler, ölümler var.

Bu ölümlerin, genel Türkiye kamuoyunda nasıl bir travma gerçekleştirdiğini tahmin edebiliriz.

Acaba olan bitenler, sade Kürt insanının ruh dünyasında nasıl bir yansıma oluşturuyor? Acaba Kobani duygularına bir eklemlenme mi söz konusu, yani süreç etnik bilinci mi besliyor, yoksa “Bu böyle gitmez, terör örgütü çok oldu, örgüt zulmünün bitmesi lazım. Örgüt en çok Kürtlere zarar veriyor. Çocuklarımızın örgütün elinden kurtarılması lazım” tarzında bir duyguyu mu geliştiriyor?

Örgütün “Şehitlik” vs kurarak, Kürt toplumunun farklı ve yeni dönemde dini renklerini içine alarak, çatışmaları sivil alana çekerek, insanların devlet kurşununa hedef olmasının kumpasını kurarak ve çok yoğun propaganda desteği ile hele iç-dış medyanın ortak cephe dilini yedeğine alarak etnik ayrımcılık ateşine benzin taşıdığında kuşku yok.

Devlet, Hükümet buna mukabil ne yapıyor?

Köşe yazısının tamamını okumak için yıklayınız

 

EMİN PAZARCI-AKŞAM

“Sıkıyönetim MHP’yi vurmuştu

MHP Genel Başkanı yeni bir çıkış yaptı. Bu defa da Türkiye’nin belli bölgelerinde “sıkıyönetim ilanı” istedi. 
Ne demek bu? 
En basit ifadesiyle yetkilerin tamamen kolluk kuvvetleri ve askerin eline geçmesi demek! 
Çünkü… 
Sıkıyönetim şartları Anayasa’da tek tek sıralanıyor. Vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması, savaş hali, ayaklanma, vatan ve cumhuriyete karşı eylemlerin artması ile ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünün tehlikeye düşmesi hallerinde ilan ediliyor. 
Bahçeli’ye göre durum o kadar vahim! 
Bunu söyleyen bir Bahçeli, bir de PKK, KCK, Kandil gibi yapılarla, Selahattin Demirtaş, Murat Karayılan, Cemil Bayık ve Salih Müslim gibi isimler var. Elbette amaçları farklı ama birleştikleri nokta aynı. Biri, “tehlike büyük” derken, diğeri “güçlüyüz, tehlikeliyiz” havası vermeye çalışıyor. 
Peki terörün amacı ne? Korkutmak, sindirmek, belirli bir hedef doğrultusunda algı ortaya çıkarmak! 
Biri vuruyor, yakıyor, yıkıyor… 
Diğeri, “Eyvah, sıkıyönetime ihtiyaç var” diye devreye gidiyor. 
Algı pekişiyor! 

Peki sıkıyönetim çare mi? 
Geçmişte yaşadık ve gördük, tecrübeyle sabit ki yaraya merhem olmadı. Aksine daha da derinleştirdi ve daha fazla kanattı. 
Eğer teröre karşı mücadele iradeniz yoksa sıkıyönetim, sadece sıkıntıyı ve problemleri büyütüyor; içinden çıkılamaz bir hale getiriyor. Tıpkı 12 Eylül 1980 darbesinden önce olduğu gibi! 
1980 öncesi neredeyse Türkiye’nin tamamında sıkıyönetim vardı. Ne oldu? Terör olayları önlenebildi mi? 
Önlenemediği gibi, Türkiye’yi darbeye kadar sürükledi. 
Bunu sadece ben demiyorum. Alparslan Türkeş ve dönemin MHP yöneticileri de aynı görüşleri savundular. Açın mahkeme tutanaklarını hepsi ortada, tamamı belgeli. 
Mesela, darbe öncesi Bahçelievler’deki MHP Genel Merkezi basıldı. Elektrikler söndü, karakolun 50 metre yanındaki bina dakikalarca ateş altına alındı. MHP’li iki genç öldürüldü, kapıdaki polisler yaralandı. 
MHP’liler “Bunlar asker” dediler. Hatta isimlerini bile verdiler. O isimler, emniyetin ön kapısından girip, arka kapısından çıktılar. Zabıtlarda var bunlar. 
Alparslan Türkeş de dâhil 200’ün üstünde MHP’linin idamı istenen 587 sanıklı “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davasında” iki isim öne çıkmıştı. Biri Ergin Örgügören, diğeri Hicabi Koçyiğit’ti. Kendileri tutuklu değildi, ortada yoktu. Ama sanıkların çoğu onlar üzerinden suçlanıyordu. 
İdamla yargılanan MHP’liler ise “Bunlar MİT elemanıdır, devlet görevlileridir” diyorlardı… 
İddialarıyla birlikte belgelerini de ortaya koydular, olay kapandı gitti. 
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunların tamamı sıkıyönetim dönemlerinde yaşandı. O uygulamalar, pek çok MHP’li ve ülkücünün canını yaktı. 
Gerçi Bahçeli o dönemde çile çekenler arasında yoktu. Tutuklanmayan, yargılanmayan, işkence görmeyen birkaç isim arasındaydı. Ama en azından duymuş olması ve bilmesi gerekir. 

Ayrıca, çok önemli bir nokta daha var… 
Türkiye’nin gerçekten sıkıyönetime mi ihtiyacı bulunuyor? MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli buna inanıyor mu? 
Yapması gereken basın açıklaması değil, icraattı… 
AK Parti ile oturur, anlaşmak için elinden geleni yapar, hükümet ortağı olup elini taşın altına koyardı. Sıkıyönetim ilanı için çabalardı. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

UFUK ULUTAŞ-AKŞAM

“Obsesif düşmanlıktan terör yandaşlığına”

Ortadoğu’da özellikle de Suriye’de bir süredir çok tehlikeli bir terörle iç içe girmişlik durumu var. İç içe girmişlikten kasıt bütün sözlüklerde terör kelimesine karşılık gelen eylemlerin failleri, başımıza vura vura sözlüklerimize “terör” kelimesini sokanlar tarafından ya görmezden geliniyor ya da meşrulaştırılıyor, hatta bazı örneklerde gördüğümüz gibi kutsanıyor. Kimyasal silah kullanımının meşrulaşması gibi tehlikeli bir yaklaşım bu. Kimyasal silah kullanımına karşı üç maymunu oynamak nasıl uluslararası toplum ve dünya barışı için büyük bir tehlikeyse, terörü meşrulaştırmak ve kutsamak da en az o kadar tehlikeli bir yaklaşım. 
Biraz açayım. En son Duma’da pazar yerine yaptığı saldırıda hayatını kaybeden onlarca masum sivilden, Doğu Guta’da kimyasal saldırıda hayatını kaybetmiş yüzlerce masum sivile kadar, Esed rejimi son beş senedir Suriyelileri terörize ediyor. Terör kavramını örneklendiriyor, teröristlerin ufuklarını genişletiyor. Fakat uluslararası toplumun son beş senedir Esed terörüne göstermelik tepkileri dışında sessiz kalması, bir taraftan masum sivillerin hayatını kaybetmesine sebep olurken diğer taraftan da “terör yeterince kullanılırsa amaca ulaştırabilir” fikrini Esed benzeri diktatoryal rejimlere ve terör örgütlerinin zihinlerine yerleştiriyor. DAEŞ terörü ilhamını Esed teröründen alıyor ve PKK gibi diğer terör örgütlerine de ilham veriyor. Yani uluslararası toplum bir terör odağına gösterdiği “hoşgörüyle” diğer terör odaklarını cesaretlendiriyor. 
Şu an PKK konusunda yaşanan tam da bu. Bir taraftan dışarıda bazı ülkeler eliyle diğer taraftan da Türkiye içerisinde hükümet düşmanlığı ortak paydasında buluşan çevreler eliyle PKK terörü, normalleştirilmeye, meşrulaştırılmaya hatta pazarlanmaya çalışılıyor. Örneğin, Almanya gibi bir AB ülkesi açık bir şekilde Türkiye’nin PKK’ya karşı operasyonlarından duyduğu rahatsızlığı dillendirebiliyor. Veya yanlış ellere gider diye Suriye muhalefetine silah ambargoları koydurtan ABD, yanlış ellere yani çatı örgüt PKK’ya gideceğini bile bile YPG’ye ağır silahlar verebiliyor. Batı basını PKK’lı kadın militanları kutsayabiliyor, çocuk militanları es geçebiliyor. PKK’nın propagandasına ve terörünü meşrulaştırmasına su taşıyabiliyor. Konu PKK olunca, radikal ideolojileri, intihar saldırıları, Kürtler de dâhil olmak üzere bölge halklarına baskıları, sivil katliamları görmezden gelinebiliyor. DAEŞ’i terörist yapan tüm özellikleri taşıyan PKK’nın beşinci sınıf ırkçı söylemi, Batı’nın gazete sütunlarında kendisine rahatlıkla yer bulabiliyor. 
İçeride ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’a düşmanlıklarını, Başbakan Davutoğlu’na öfkelerini ve AK Parti iktidarına hınçlarını artık kabak tadı veren bir obsesyona (takıntıya) çevirmiş obsesifler ittifakı, PKK’yla duygusal empati kurup, PKK terörüne rağmen hükümetin karşısında terör örgütünün yanında saf tutabiliyor. PKK’nın saldırılarını neredeyse meşru müdafaa kılıfına sokan ana akım medya yazarlarından, PKK terörünü AK Parti iktidarına bağlayan paralel kalemlere kadar, terörle ucu tüm Türkiye’ye dokunacak tehlikeli bir saf tutma halindeler. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT

“Türkiye kaybederse..

Dolar 3000 lira sınırında siyasi kriz tırmandırılmaya çalışılıyor. Terör hız kesmiyor. Muhalefet yangına körükle gidiyor.. Bahçeli Ecevit’e gösterdiği yakınlık, güven ve desteğin binde birini Davudoğlu’na göstermedi. Belirsizlik sürüyor.

Ama sanırım önümüzdeki hafta yol haritası belli olacak. 

Herkes saldırıyor ama, Türkiye yara alacak olursa, bu enkazın altında Kürtler de, bu yangına benzin taşıyan herkes de kalır.. Birileri bunu düşünmüyor mu? Sanki bir akıl tutulması yaşanıyor..

Eğer işler kontrolden çıkarsa, sadece Kürtler değil, bölgede herkes için bir trajediye ve felakete dönüşür bu senaryo.. Şu anda böyle bir tehlike sözkonusu değil ama, Tanrıyı kıyamete zorlamak isteyen birilerinin hayalleri gerçekleşecek olursa bu bölgede uzun bir süre kimse rahat yüzü görmez. Bu bölgede yaşayanlar bu gün sahip oldukları şeylerden de mahrum kalırlar. Gelecek günler geçen günleri aratır.  Türkiye’yi çekin, bölge kan gölüne döner.. Bu yeni bir dünya savaşına açılan kapı demektir. Bunun adı “kıyamet savaşı”dır..

Türkiye’yi geri çekin, terör Mekke’yi, İstanbul’u değil sadece, Kahire’yi ve Tahran’ı da yutar.. O zaman bu cehennem İsrail’i de yutar. Bu yangını ne ABD söndürebilir, ne AB.. Bu terör döner AB’yi de vurur, ABD’yi de.. Bu terör dünyayı, herkesi vurur. “Zalimlere yardım etmeyin, sonra ateş size de dokunur” denmiştir.. Türkiye bölgede adalet, barış, hürriyetin olmazsa olmaz şartıdır. Görünen köyün hikayesi böyle.

Birileri iktidar aşkı, Erdoğan öfkesi, özerklik hayalleri ile bazı gerçekleri görmemekte ısrarcı oldular.. Ama şimdi yaşananlar, bundan sonra yaşanacak olanlar, bazı gerçeklerin anlaşılması için önemli.

Eylül’de AK Parti kongresi var.. “Gül”den “3 dönem”e kadar bir çok konu ısıtılıp yeniden servis edilmeye çalışılacak. Ama bu arada AK Parti’nin birlik, kararlılık, dayanışma ve cesaret gösterisine ihtiyacı var. Seçim başarısı açısından bu önemli..

AK Parti’nin ülke yönetimi, ekonomik dengelerin korunması dışında muhalefetle ağız dalaşına girmeden kendi içine dönük çalışmalar yapması ve topluma, moral ve heyecan vermesi gerek..

Adaylar üzerinden şimdiden kolları sıvamak gerek. O anket ve temayül yoklamaları her türlü manipülasyona açık, daha ayağı yere sağlam basan modeller bulmak gerek.

Yine Belediyelerin, Bürokrasinin ciddi bir şekilde elden geçirilmesi gerek.. Ve tabii parti örgütünün de. Milletvekili, Bakan, Parti teşkilatı ve belediye arasındaki fasit daireden kurtarılması gerek partinin.. AK Parti’nin kendi içindeki bürokratik vesayet ya da paralel ve benzeri cemaat, hemşehricilik vesayetinin de önüne geçilmesi şart.

Türkiye’nin kazanması için bu şart.. Yoksa ülke kimlerin eline kalacak ortada..

Kimse Türkiye’yi karşısına almayı, Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamaz. Türkiye’nin zaafa uğraması da sözkonusu değil. Birileri Türkiye’ye boyun eğdirmek istiyor. Türkiye’yi kendi yanlarına almak istiyorlar. Esasen bu da mümkün değil. Türkiye tek başına  kimsenin sahip olamayacağı kadar büyük bir ülke. Biri Türkiye’ye tek başına sahip olmak isterse buna diğerleri izin vermez.. Onun için kimse ham hayaller kurmasın. Bu şartlarda ne Erdoğan’ın yeri doldurulabilir, ne Davudoğlu’nun yeri.. Türkiye kontrol edilmeye çalışılıyor. Erdoğan’a ve Davudoğlu’na birileri “bize rağmen daha fazla ileri gidemezsin” demek istiyor. Kendilerinin hesaba katılmasını istiyorlar..

Türkiye tehdidin nereden geldiğini biliyor ve görüyor. Kendi gücünün de farkında, karşısındakilerin de.. Onların niçin böyle davrandıklarını ve içerideki uzantılarını, kimler üzerinden geldiklerini de biliyor. Hatta AK Parti’nin içinde, çevresindeki kriptoları da biliyorlar.. Bu süreç bazı gerçeklerin görülmesi için çok önemli bir fırsat oldu. Aynı zamanda bir ders. Hem de pahalıya gelen önemli bir ders.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız