Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK Fark yaratan milletvekili listesi var mı? Seçimlerde siyasi partilerin milletvekili adaylarının kimlerden oluştuğu, bizde kısmen önemlidir. İsimler özellikle kimi bölgelerde, ...
EMOJİLE

ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK

Fark yaratan milletvekili listesi var mı?

Seçimlerde siyasi partilerin milletvekili adaylarının kimlerden oluştuğu, bizde kısmen önemlidir. İsimler özellikle kimi bölgelerde, küçük yerlerde belirleyici olur. Örneğin önce aşiret bağlantılarıyla sonra Kürt hareketinin etkisiyle Güneydoğu uzun yıllar bu bölgelerden birisiydi.

Son yıllarda büyük kentlerin temsil içinde ağırlığının artması, sert kutuplaşmalar, kimlik politikaları şahıslardan çok siyasi dalgaları, siyasi söylemleri öne çıkarmaya başladı.

Durum Güneydoğu’da bile artık böyle. Nitekim 7 Haziran seçimlerinde AK Parti’den HDP’ye kayan oylar siyasi iktidarın kötü aday seçiminden daha çok Kürt meselesine yaklaşımındaki, söylemindeki sertlik ve geriye dönüşle, Kobani olaylarıyla, Kürt hareketinin kendi içinde bir eşik atlamasıyla ilgiliydi.

Bugün kamuoyu araştırmalarınca, onca şiddet ve terör dalgasına rağmen HDP oylarının 7 Haziran seçimleriyle aynı seviyede bulunması bu durumun bir göstergesi.
AK Parti’nin milletvekili listelerinde Güneydoğu listelerini baştan aşağıya değiştirmiş olması, CHP’nin HDP’ye kaptırdığını düşündüğü Alevi oylarını geri almak için listelerini bu açıdan tahkim etmesi nasıl bir sonuç verecektir, bilmiyoruz.
Ama mevcut koşullarda özellikle Güneydoğu’da, Doğu’da büyük kaymalara yol açacağını sanmıyorum.
Listelere dair küçük resim böyle…

Peki büyük resim açısından durum aynı mı?
AK Parti Kasım seçimlerinde ya tek başına iktidara gelecek ya da kurulacak bir koalisyonun (MHP-HDP ortaklığı mümkün görünmediğine göre) büyük ortağı olacak. Bu durumda, AK Parti’nin milletvekili listelerinin, bu listelerde ağır basan eğilimin, kritik isimlerin varlığının, Türkiye’yi nasıl bir anlayışla yöneteceğinin ilk işareti sayılabilir mi?
Muhtemelen, “evet”.

Anlam taşıyan bir listenin yapacağı etki şahısları aşan, siyasi partinin genel gidişi, duruşu ve verdiği mesajlarla ilgili bir istikamette olur. Başka bir ifadeyle aday profiliyle ilgili büyük resim kamuoyunu etkiler, hatta kamuoyu oluşturabilir.
AK Parti’nin listelerinin böyle bir özellik taşıdığı açıktır.

Nasıl?
Bu siyasi parti içinde AK Partili olsun olmasın kamuoyunun yakından izlediği iki paralel tartışma, iki soru dizisi var.
Birincisi parti yönetiminin, parlamento grubunun şekillenmesi, ülke siyaseti üzerinde Erdoğan’ın mı Davutoğlu’nun mu etkin olduğu ve olacağı sualidir.

İkincisi ise AK Parti’nin fabrika ayarları olarak telaffuz edilen daha yumuşak ve kuşatıcı dille daha kolektif bir karar sürecine ve daha liberal politikalara dönüş yapıp yapmayacağı sorusudur.
Bu sorulara kısmi yanıt veren bir kaç kritik an yaşandı AK Parti’de.

Bunlar kongre, parti yönetiminin oluşumu ve milletvekilli listelerinin tespitiydi. Kongrede MKYK’nın belirlenmesinde Erdoğan faktörü tartışmasız bir şekilde (etkili değil), belirleyici oldu. Buna paralel olarak “fabrika ayarlarını” temsil ettiği düşünülen kritik isimler Ali Babacan, Mehmet Şimşek, Beşir Atalay, Bülent Arınç, Sadullah Ergin gibi “ağır toplar” liste dışı kaldı. Buna paralel olarak fabrika ayarları ve liyakat esası yerine, sadakat kriteri esas alındı.

Kongre sonrasında oluşturulan MYK’da ise bu görüntünün kısmen değiştiğini gördük. Bu kez Davutoğlu’nun tercihleri öne çıktı ve Erdoğan ile Davutoğlu arasında ortak bir nokta oluştu. Bu durumu, MYK’yı ve görev dağılımını bir tür sadakat-liyakat dengesi ve fabrika ayarlarına dönme hamlesi olarak değerlendirmek gerekir.

Milletvekili listeleri bu açıdan bir adım daha atıldığına işaret ediyordu. Parti içi büyük tartışmalara yol açan, piyasalarda endişeli tepkiler ve bekleyişler üreten ekonomi meselesine dair işaretler taşıyordu listeler. Ali Babacan ve Mehmet Şimşek’in tekrar aday gösterilmeleri, Davutoğlu’nun ekonomiyi onlara teslim edeceği sinyalleri, çözüm sürecinin önemli ismi Beşir Atalay’ın geri dönüşü altı çizilmesi gereken önemli gelişmelerdir. AK Parti’nin önümüzdeki dönem politikalarına ilişkin görece umut verici adımlardır.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

SALİH TUNA-YENİŞAFAK

Trabzonlu Osman nasıl Kürt oldu?

AK Parti 25. Dönem Şanlıurfa milletvekili Prof. Mazhar Bağlı geçenlerde canlı yayında öyle bir şey anlattı ki adeta kanım dondu.

Malum “bağlamacının” Kobani provokasyonuyla başlayan 6-8 Eylül olaylarında katledilen 53 vatandaşımızın arasında bir de çocuk vardı.

Yasin Börü henüz 16 yaşındaydı.

Geçen sene Diyarbakır’da, fakire fukaraya kurban eti dağıtırken, teröristlerin saldırısına uğradı. Kaçıp bir eve sığındı. Ne ki, sığındığı evden, “öz savunma güçlerine” ihbar edildi.

“Öz savunma güçleri” ihbar edilen eve geldiler ve 16 yaşındaki lise talebesi Yasin Börü’yü linç edip 3. kattan aşağı attılar. Sonra da arabayla üzerinden geçtiler. Öyle ki, Yasin’in cesedi tanınmayacak hale geldi.

Prof. Mazhar Bağlı dostum, Kürtlerin geleneklerinde, “Bir çalı dahi kendisine sığınan bir serçeyi kartala yedirmez” tavrı hakimdir demişti; “Şeyh Sait ayaklanmasının ortaya çıkmasının sebebi bile budur. Kendisine sığınan bir adamı vermemek için kargaşa çıkmıştır. Oraya kendisine sığınan adamları ihbar edecek ve öldürecek, öldürüldüğünde zılgıt çekecek kadar canavarca bir his sahibi olmak, bütün öteki Kürtlere karşı bir kindarlıktır…”

Ben Trabzonluyum. Yakın akraba büyüklerimden biri “Kürt Osman” olarak anılırdı.

Bir gün sormuştum, “biz Kürt değiliz, Osman amcaya, neden Kürt Osman diyorsunuz?”

Şöyle anlatmışlardı: “Rahmetlinin evine öldürmeye ahdettiği düşmanı sığındı da vermedi. O günden sonra da ona Kürt Osman dediler. O kadar mertti ki evine yılan sığınsa dokundurtmazdı…”

Bizi biz yapan o mertlik, o yiğitlik, o asalet nerede şimdi?

Yasin Börü asla münferit vakıa değildir; “çürümenin” trajik sonuçlarından biridir sadece.

Ekmek almaya giden Fırat çocuğu ve masum bir doktoru ve uykusunda gariban polisleri katletmek de “çürümenin” sonucudur.

Kardeşlerim, ihanetten daha korkunç bir çürüme / dekadans yoktur.

HDP’nin 7 Haziran seçim öncesinde ve sonrasında ortaya koyduğu tavır da “ihanetten” başka bir şey değildir.

“Milli çözüm sürecine” veya “barış sürecine” ihanet ettiler.

Hiç ihanet etmemiş olsalardı, Kılıçdaroğlu vekaletiyle Bahçeli’ye, yani, “barış sürecini” ihanet olarak değerlendiren partinin liderine, “başbakanlık” teklif ederler miydi?

Kürtlerin değil, Brüksel’in HDP’sidir bu!

Kürt’ü Türk’e Türk’ü Kürt’e düşman etmek isteyen “üçüncü tarafın”, iç savaşın cenderesinden geçmeye aş erenlerin, barış sürecinde savaş, savaş sürecinde barış isteyen Cemal Hasangillerin, darbeye kapı aralamak isteyenlerin, Erdoğan ve AK Parti gitsin de ne olursa olsun diyen paralelcilerin, daha düne kadar “Kürtlerden alışveriş yapmayın” diyen faşistlerin HDP’sidir.

Hiç Kürtlerin HDP’si olsaydı, demokratik paket açıklayan, ana dilde eğitim başta olmak üzere Kürtlerin gasp edilen ontolojik haklarını geri veren bir lidere bu denli düşman olur muydu?

Hiç Kürtlerin HDP’si olsaydı, “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı…” diyen kafayla aynı dalga boyunda olanlarla el ele verip “Türk milliyetçiliği de Kürt milliyetçiliği de ayağımın altındadır” diyen bir lidere bunca husumet besler miydi?

Hiç Kürtlerin HDP’si olsaydı, “Yeni bin yılın Selahaddin Eyyübi’si son metroda durduruldu” diyenlerin ve paralelcilerin umudu haline gelir miydi?

Neyin intikamı alınmak istendi Erdoğan ve AK Parti’den?

Sayın Erdoğan’ın “Siz çocuk öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” dediği Şimon Peres’in mi, bir türlü iç savaş çıkartamayanların mı, Türkiye’nin “Yeniden Büyük Türkiye” olmasını istemeyenlerin mi, Kürtlerin ve Türklerin kadim düşmanlarının mı?

Kimin?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

İSMAİL KILIÇARSLAN-YENİŞAFAK

Ya sayı saymayı bilmiyorlar ya hiç dayak yememişler

Samanyolu Televizyonu’nun Filistinli mücahitlere ‘terörist’ dediği gün ‘bir şey yapmalı’ dedim. O esnada benimle aynı şeyi düşünen bir takım arkadaşlar bir protesto organize etmeye başlamıştı bile. Bu organizasyona olanca gücümle destek verdim. Bir cumartesi günü, elimizde Filistin bayrakları, dayandık STV’nin önüne. Sloganlar atıldı, basın bildirisi okundu. Protestomuzun amacına ulaştığını düşünüp ‘tamamdır arkadaşlar, dağılabilirsiniz’ anonsu yaptırdık. Biz alandan gittikten sonra bir delikanlının STV’nin bahçesine girip bayrak direğindeki bayrağı indirdiği ve yerine bir Filistin bayrağı astığı haberi geldi. O girişime oldukça kızdım. Çünkü son tahlilde biz, çerçevesini çizdiğimiz eylemi yapmış, insanlara da ‘dağılın’ demiştik. Doğrusu, etrafta bir dünya güvenlik görevlisi varken o delikanlının bayrak direğine nasıl çıktığına da aklım ermedi. En hafifinden ‘göz yummak’ gerekirdi buna.

İsrail’in Gazze’yi vurduğu günlerdi. İstanbul’daki İsrail konsolosluğunun önü protesto nedeniyle ana baba günüydü. Konuşmaların yapılacağı otobüsün önünde bir grup tanımadığımız delikanlı, bir grup oldukça iyi tanıdığımız delikanlıya bıçak çekti. İncir çekirdeğini doldurmayacak bir mevzudan çıktığını sonradan öğrendiğimiz bu hadiseye güçlükle müdahale ettik ve gerginliğin büyümesini engelledik. Gece boyunca olası bir provokasyona karşı da sürekli tetikte durduk. Özellikle otobüs duraklarının üzerinde oturan bir tipi saatlerce göz hapsinde tuttuğumu hatırlıyorum mesela.

STV ve İsrail konsolosluğu önündeki eylemler bana kalırsa gerekçeleri net, son derece haklı protestolardı. Tıpkı Hürriyet Gazetesi’nin önündeki gerekçesi belli, son derece haklı eylem gibi…

Evet, protesto esnasında yapılmaması gereken bir şey yapılmış ve gazetenin bir iki penceresi ile kapısının camı kırılmıştı birileri tarafından. Binasının 24 saat kameralarla gözetlendiğini tahmin ettiğim Hürriyet, o anların görüntülerini paylaşmadı bildiğim kadarıyla. Belki de görüntülere ulaşamadılar. Fakat haklarını teslim etmek gerekir; bunu çok iyi kullandılar. Küba basınından Amerikan konsolosluğuna değin bir mağduriyet havası estirdiler. Bina önünde basın açıklamaları falan yapıp ‘yıkılmadık, ayaktayız’

mesajı verdiler.

Benim kafam bu hususlarda çok nettir. Basın hürriyetine de, basını protesto etme hürriyetine de saygım büyüktür. Yeter ki o protestolar esnasında kimsenin canı, malı zarar görmesin. Dolayısıyla Hürriyet’in estirdiği ‘basın hürriyetine saygı yok’ müsameresini almayayım, alana da mani olmayayım. Hürriyet’in önüne gidip, şiddete bulaşmaksızın protesto hürriyetlerini kullanan arkadaşların tamamını tebrik ederim. Yaptıkları şey doğrudur. Birilerinin ‘çok yanlıştı’ demelerine aldırmayıp ‘sıfır şiddet’ düsturu ile benzer durumlarda yapacakları protestoların en büyük destekçisiyim.

Bu arada Hürriyet, o camlar kırıldıktan sonra oraya giden ve derhal duruma hâkim olup daha fazla taşkınlık yapılmasına engel olan milletvekili ve AK Parti Gençlik Kolları Başkanı Abdurrahim Boynukalın’ı tabiri caizse ‘yemeye’ çalıştı. Bir video kaydındaki sözleri üzerinden Boynukalın’ı günah keçisi ilan etmeye kalkıştı. Oysa Boynukalın’ın orada söylediği ‘bunlar hiç dayak yememiş’ cümlesinin doğrudan ‘şımarıklıkla ilgili bir deyime atıf’ olduğunu ben görüntüleri izler izlemez anlamıştım.

Doğrudur. Hürriyet Gazetesi hiç dayak yememiştir. Zarı hep 6-6’ya ayarlı bir şımarıklık biçimidir kendileri. Mesela trenlerde mescit istedi diye bir bilim adamını manşetinden linç ederken de, Ahmet Kaya hakkında ‘vay şerefsiz’ başlığı atarken de, savcımızı şehit eden teröristin fotoğrafını çarşaf gibi yayınlarken de, ‘411 el kaosa kalktı’ yazarken de o zar hep 6-6 gelir. Kimsenin gıkı çıkmaz bu durumlara. Fakat ilk kez, binalarının önünde bir protestoya şahit olunca ‘dayak yediler’ işte.

Doğrusu, bu süreçte ben Hürriyet’e ve Küba’dan Amerika’ya Hürriyet’i savunan dostlarına hiçbir laf etmem. Olması gerekeni yaptılar. Dayanıştılar. Zarları yine 6-6 gelsin diye oyun kurmaya devam ettiler.

Benim lafım, doğrudan söyleyeyim, içimizdeki İrlandalılara. Abdurrahim’in kendi isteği ile vekilliğe aday olmamasını sevinçle karşılayan bir takım ‘ağır top’ AK Partililere. Aday gösterildiği ilçeye belediye başkanı seçilemeyen bir takım iletişim dehalarına. ‘Hürriyet’in protesto edilmesi bence çok yanlıştı’ diye inleyen bir takım ‘sembol’ isimlere.

Hep ‘belki zoru gelir’ diye diye geliştirdikleri bu sinik tavrı çok pahalıya ödeyeceğiz günü gelince. ‘Aman ağzımızın tadı kaçmasın’ diskuruyla alınabilecek mesafe yok.

Şunu da söyleyeyim. Ahmet Davutoğlu’nun, kendisine ‘çok yükleniyorlar, sizi zor durumda bırakmayayım, beni aday göstermeyin’ diyen Boynukalın’ı aday göstermemesi doğrudur. Fakat daha doğrusu Hoca’nın ‘saçmalama evlat, daha yeni başladık. Ateş olsa sinemizde söndürürüz. Yine adaysın’ demesiydi bence.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET BARLAS-SABAH

Hakaret ile eleştiri birbirine karışırsa iş çığırından çıkar

Sizin gibi düşünmeyen, size benzemeyen, farklı siyasi eğilimlere sahip her kişiyi “Rejim düşmanı”, “Ajan” veya “Hain” olarak ilan ettiğinizde, sonunda iş çığırından çıkar… Bunun sonucu olarak “Eleştiri” ile “Hakaret” birbirine karışır. Siyasi rekabet “Ölüm kalım savaşı”na dönüşür… “Birlikte barış içinde yaşayalım” ilkesinin yerine “Ya sev, ya terk et” söylemi geçer. 

Atılan taşlar 
Sade bu ülkede değil dünyanın her ülkesinde iktidar olanlar her zaman eleştirilir. Tanzimat dönemi Sadrazamlarından Fuat Paşa’nın, parke döşenerek inşa edilen Bab-ı Ali Caddesi’nin kendisine atılan taşlarla yapıldığını söylediğini Mahmut Kemal İnan’ın “Son Sadrazamlar” kitabında okumadınız mı? Eleştirileri nefret söylemi haline getirdiğinizde, siz de aynı tür nefret söylemlerinin hedefi olursunuz. Attığınız eleştiri taşları ile teröristlerin kurşunları, sizinle aynı görüşü paylaşmayanlar tarafından bir tutulur. Bir noktadan sonra “Hain”, “Rejim düşmanı”, “Ajan” ilan edilebilirsiniz. 

Casus avı 
Herkül Millas’tan duyduğum bir fıkra vardır… 
Garnizon kapısında nöbet bekleyen er, yoldan geçen birinden şüphelenir, yakalar ve “Bu kişi bir casustur” diyerek komutanının yanına götürür. Adam sorgulanınca gerçekten casus olduğu anlaşılır… Casusu yakalayan erin uyanıklığı takdir edilir. Başarısı ordu içinde duyurulur ve mükâfat olarak üç ay izin aldığı da belirtilir. 

Yeni bir yasak 
Ondan sonra büyük bir sorun yaşanır. Garnizon kapılarında nöbet tutan erler gelen geçeni yakalayıp “Bu kişi bir casustur” diye komutanlarına götürmeye başlarlar. “Belki piyango bize de isabet eder” hesabı yaparlar. İnsanlar garnizonlara yaklaşamaz olur… Sonunda bakarlar ki bu iş böyle gitmeyecek. Komutanlar yeni bir talimatname yayınlarlar. “Bundan böyle casus yakalamak yasaktır” denilir bu talimatnamede… 

İtidal gerekiyor 
Yaklaşan 1 Kasım genel seçimlerinin kampanya sürecinde gerek konuşmacıların, gerekse gazete yorumcularının ölçülü, dengeli, sorumlu olmaları gerekiyor. Aynı şeyi Türkiye’nin bütünlüğünü ve istikrarını hedef alan teröristlere tabii ki tavsiye edemeyiz… Ama silah namlusuna kurşun sürer gibi kelimelerini seçenlerin, kendilerini teröristlerden farklı kılmalarını hiç olmazsa bu kampanya döneminde bekleyebiliriz… 

Korsanın unutkanlığı 
Sol gözü siyah bir bantla kapalı, sağ elinin yerinde bir çengel bulunan ve tek bacağı tahtadan bir Karayip korsanı, bardaki tezgâhın başında içki içenlerle sohbet ediyormuş. Biri korsanın vücudundaki eksik organların öyküsünü merak etmiş. Korsan da anlatmaya başlamış: 
– Bir deniz çatışmasında isabet eden bir top mermisi ile bacağımın biri koptu. Bir başka deniz çatışmasında da bir kılıç darbesi ile sağ elim bileğinden ayrıldı… 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

HAŞMET BABAOĞLU-SABAH

Bu millet sizinle uzlaşmaz!

Diyorsun ki… 

Bu kadar sertleşmesek… 

Biraz da uzlaşsak, anlaşsak, anlasak birbirimizi… 

İyi olmaz mı? Olur! 

Ama seninle aynı siyasi görüşü paylaşmıyor diye toplumun yarısını ahlaksızlıkla suçlayacak kadar kendini kaybeden sensin… 

Erdoğan’dan kurtulmak uğruna “iç savaş” duasına çıkacak kadar çirkinleşen de sensin… 

Ne zaman, seni kendi haline bırakıp ne halin varsa gör, desek… 

Hemen uğursuz işler çevirmeye başlıyorsun. 

Teröre terör, kötülüğe kötülük, yalana yalan diyememen bir yana… 

Durmadan ve hiç utanmadan yalanlar üretiyorsun. 

Varlığın yalan oldu artık! 

Millet bunları görmez, anlamaz mı sanıyorsun? 

Ama tabii her fırsatta millete saydırıp duran da sensin zaten: Cahiller, bidon kafalılar, göbeğini kaşıyan sersemler vs. 

Şimdi hayatın darbelerine karşı korunaklı mekânlarında kahveni keyifle yudumlarken bir yandan da “çok kutuplaştık amaaa!” diye sızlanmanın ne manası var? 

***

Şaşkın olsan, geçer. 

Uykuda olsan, elbet bir gün uyanırsın. 

Fakat kötülüğünün ve nefretinin kaynakları apaçık! 

Uzlaşmaktan bahsediyorsun ya… 

Nefretle, yalanla, sınıfsal kibirle uzlaşılamaz ki! 

Zaten sen de istiyorsun ki… 

Millet sessizce çekilip ortalığı yine sizin tayfaya bıraksın. 

İstiyorsun ki… 

Parayı, iktidarı ve kültürü yine gönlünüze göre hortumlayın. 

İstiyorsun ki… 

Beş para etmeyen tarih ezberlerine, coğrafya korkularına ve Batı karşısında paçalarından akan kültürel ezikliğine kimse dokunmasın. 

Oysa bitti o dönem! 

Artık Kürtleri kışkırtmaya kalkışını, Merkel’e yaltaklanışını, Esad’la ittifakını bilip anlamayan kalmadı. 

Giden gencecik canları umursamayıp kırılan iki camı dünyaya pazarlamaya kalkışmandaki “satışı” fark etmeyen var mı? 

***

7 Haziran sevincinin tekrarını da bekleme hiç! 

Gelecek seçimlerin sonuçları da nasıl olursa olsun şu hakikat değişmeyecek… 

Köprüsüne, otoyoluna, havaalanına, evine barkına küfredenle… 

Dinine imanına burun kıvıranla… 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

OKAN MÜDERRİSOĞLU-SABAH

Algı, gerçekler ve Babacan…

1 Kasım seçimleri için yenilenen AK Parti milletvekili aday listeleri açıklandığında gözler, “ekonomiyle ilgili isimlere” de çevrildi. Ali Babacan ve Mehmet Şimşek’in adını gören kimi çevreler, hayli rahatladılar. Bu tepki, başlı başına ele alınmayı gerektirecek kadar dikkate değer. Tabii madalyonun iki yüzü var: “Algı ve gerçekler…” 

Dava ve misyon hareketi olarak gelişip büyüyen AK Parti’de bir ismin özellikle ön plana çıkartılması tuhaf aslında. Hele Babacan gibi, daha çok sütre gerisinde kalmayı tercih eden, risk almayı sevmeyen, aşırı ihtiyatlı, az konuşan, az güvenen, az dostu bulunan bir isim için iyice tuhaf. Bunu “piyasaların sihrine” ve “koruyucu zırhına” bağlamak mümkün. Önümüzdeki dönemde ekonomi yönetiminde görev alacakların Babacan’ın bu yönünü iyi etüt etmesi gerekecek. Öte yandan Babacan algısının, olgunun önüne geçtiği durumlar da söz konusuydu. 2002 şartlarında Babacan piyasalar için “bilinmeyendi, deneyimsizdi, hatta acemiydi!” Şimdi burada telaffuz etmeyeceğim ifadelerle hafife alınıyordu. Zaman içinde ağırlıklı olarak “para piyasaları” ile aynı dili konuşan aktör kimliği ile parlatılıverdi. Ayrıca, 13 yıl önce krizle boğuşan ekonomide Babacan’ın üç önemli avantajı mevcuttu: 

1- Tayyip Erdoğan’ın liderliği ve güçlü siyasi istikrar. 2- Abdullah Gül’ün, Babacan’ı iç ve dış çevrelere akredite etmesi, siyasi sorunlarda dalga kıran rolü üstlenmesi. 3- IMF politikalarını uygulama noktasında fazlaca bir esneklik bulunmaması. 

***

 

Zaten ne olduysa 2013 baharında IMF’ye son taksitin ödenmesinden sonra oldu. IMF devreden çıktı, Sn. Gül’ün “himaye gücü” azaldı. Ve tuzak başladı. Denklemde Erdoğan’ı negatif olarak ayrıştıran, Babacan’ı ise sistemin sigortasına (!) dönüştüren “algı yönetimi” yapıldı. Maalesef Merkez Bankası’nın faiz politikasının yeterince bilinmeyen arka planı, siyasetçiye sunulan senaryonun tutmaması, bunun üzerine dozu artan beyanatlar da meseleyi özünden uzaklaştırıp, kişiselleştirdi. Oysa Babacan, büyük bir takımın vitrindeki oyuncusu, AK Parti’nin bir ferdi, temel politikalarının temsilcisi, tek başına iktidarın fırsatlarını iyi kullanan teknisyen- siyasetçi idi. Yani, “Doğruları Babacan yapıyor, bıraksalar AK Parti yanlış yapacak” tezi, ustaca yerleştirilmiş bir kanaatten ibaretti. Kuşkusuz Babacan’ın hakkını teslim etmemiz gereken yönleri de var… Çalışkandır, dürüsttür, ketumdur, güven ortamı inşa etmeyi bilir ve genelde tutarlıdır. Lakin sanıldığının aksine “her şeye hayır diyen, kriz anlarında meydan okuyabilen, ezber bozabilen” siyasetçi değildir. Ortalık yatıştıktan ve sis bulutu dağıldıktan sonra görünür olur ve hedef olmamayı başarır. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

GÜLAY GÖKTÜRK-AKŞAM

‘Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet’

Bir araştırma şirketi Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı yerlerde öz yönetim-özerklik konusunda bir anket çalışması yapmış. 

Araştırmaya katılanların yüzde 74’ü “özerklik-özyönetim” hakkında aleyhte görüş belirtmiş. Sadece yüzde 6’sı özerklik ya da özyönetimi desteklemiş. Yüzde 20’si ise görüş belirtmemiş. 
Bölgenin bu kadar karışık olduğu bugünkü şartlarda yapılan kamuoyu araştırmalarına ne kadar güvenilebileceğinden şüphe duyabilirsiniz. Ayrıca söz konusu araştırmanın ne kadar sağlıklı olduğundan da… Ama şunu unutmamak gerekir ki, bu soru bundan önceki yıllarda da defalarca soruldu Kürtlere ve her seferinde benzer sonuçlar çıktı. Benim hatırlayabildiğim kadarıyla özerklik- federasyon fikrine desteğin çıkabildiği en üst nokta hiçbir zaman yüzde 10’u geçmedi. Bağımsız devlet talebi ise her zaman yüzde 2-3’lerde kaldı. 
Esasen, otonom bölge talebinin her dönemde küçük bir azınlık olarak kaldığına ilişkin en kesin delil, PKK’nın silahı bir türlü  bırakamaması değil mi? Eğer PKK-KCK, statü talebini referandumla sandıktan çıkarabileceğine bir an olsun inansaydı, şimdiye kadar çoktan silah bırakmış ve arzuladığı statüyü  sandıktan çıkarmak üzere siyasi alanda mücadeleye geçmişti.  
Bu işin birinci yanı… Ama bir de bir başka yanı var. Kürtlerin çoğunluğunun özerkliğe karşı olması, azınlığın kendi görüşünü savunma hakkını ortadan kaldırmaz. Eğer bugün devlet Kürtlere, bütün görüşlerin siyaset zemininde serbestçe tartışması ve çözülmesi sözü veriyorsa, bu nokta unutulmamalıdır.  
Açık konuşalım: Hem siyasi çözüm deyip hem de sürekli “Tek bayrak-tek devlet- tek vatan-tek millet”in kabulünü şartı koşmak siyasi çözümün ruhuna uygun bir tutum değildir. Zira siyasi çözüm dediğimiz şey, ucu açık bir süreçtir. Nereye kadar gideceği ve nerede duracağı baştan bilinemez ve baştan sınırlanamaz.  
Tartışma siyaset platformuna geldiğinde, bazı partiler “Tek bayrak, tek devlet, tek vatan, tek millet” hedefini kendi tezleri olarak sonuna kadar savunacaklardır elbette. Toplumun çoğunluğunun arzusu da bu yönde olabilir ve bunu çeşitli platformlarda bir temenni olarak dile getirebilir.  Ama bu formülü siyasi süreci sınırlayan bir kırmızı çizgi olarak ortaya koymak; bir başka deyişle “bunu tartıştırmayız bile” tutumuna girmek, “gelin bütün meseleleri siyaset platformunda çözelim” teklifini sakatlar. Eğer siyasi çözüm diyorsak, Kürtlerin devletle nasıl bir idari ilişki içinde olacağı konusunun da tartışmaya dâhil olduğunu içimize sindirmeliyiz. 
Kaldı ki bu tartışma “evet” ya da “hayır” seçeneklerine sıkıştırılamayacak kadar zengin bir tartışma. Dünyada binbir çeşit otonomi, binbir çeşit federasyon tipi var. Dolayısıyla tartışmanın evet-hayır kısırlığından kurtarılıp detaylandırılması ve somut modeller üzerinden yürütülmesi gerekiyor.    
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ise ayrı bir mesele. Yakın zaman önceye kadar, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi sadece Kürtlerin değil, Türklerin büyük çoğunluğunun da dile getirdikleri bir talepti. Avrupa Yerel Yönetim Şartı’na düşülen şerhlerin kaldırılması noktasında neredeyse konsensüs sağlanmıştı. Ama  Cizre, Sur gibi “özyönetim” denemelerini yaşadıktan sonra bu konuda da kafalar karıştı. Daha birkaç ay önce yerelin güçlendirilmesinin ateşli savunucusu olanlar bile şimdi kendi kendilerine soruyor: Seçilmiş belediye yöneticileri şu anki yetkileriyle ellerindeki belediye imkanlarını – merkezden gelen paralar dahil- terör örgütünün emrine verebiliyorlarsa; belediyenin iş makineleri hendek kazmada kullanılıyor, YDG-H  militanları belediye çalışanı kisvesiyle ortada dolaşıyorsa, bir de yetkileri arttırılsa neler yaparlar acaba? 
Buradan çıkan sonuç, bu despot örgüt tasfiye edilmeden, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin de kolay olmayacağıdır.  
Denilebilir ki, bütün bunlar bugünün tartışması değil zaten…  
Doğrudur, silahların sesinden başka sesin duyulmasının neredeyse imkansız olduğu koşullardayız ve bu tartışmaların ancak demokratik bir ortamda, halkın iradesi üzerinde hiçbir baskı olmadan yapılabileceğini biliyoruz. Kürtlerin henüz halledilmeyen sorunları da, pratikte çözülen sorunların anayasa teminatı altına alınması da, statü meselesi de ancak terör bitirildikten ve Türkiye yeniden çözüm iklimine kavuştuktan sonra ele alınabilir.  

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

Muhalefet niçin ‘teröre lanet’ diyemiyor?

Kim yazmıştı? Şu an aklımda değil… Önceki gün Yenikapı’da gerçekleştirilen mitinge gönderme yaparak, “Bu türden nümayişleri genellikle muhalefet organize eder” diyordu ve bir “tersliğe” dikkat çekiyordu. 

Öyle olur genellikle…

Bir “şey”e, bir “durum”a karşı halk tepkisini örgütlemek, muhalefet partilerinin önceliğidir… Dolayısıyla, terörden şekvacı olan kitleleri, dolaylı da olsa “terör”den sorumlu olan/sorumlu tutulması gereken siyasal iktidara karşı vaziyet almaya çağırmak, muhalefet partilerinin görev alanında olmalıdır.

Tam tersi oluyor…

Kitleleri, teröre karşı vaziyet almaya, siyasal iktidar (ya da meşrebinize göre devlet) çağırıyor.

Bu niye böyle oluyor?

Bunun niye böyle olduğunu, vaktiyle kafasına göre “devlet” tanımı yapan eski YÖK Başkanı Erdoğan Teziç açıklamıştı. İki farklı iktidar alanından (iki farklı devletten) söz ediyordu Teziç… AK Parti’yi asıl ve “karizmatik devlet”e yakıştıramadığı için, bu partiyi devleti ele geçirmekle suçlayan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iddianamesine “zımnen” destek veriyordu. AK Parti, evet, laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmişti, Başsavcıya göre bu cürüm kapatmayı gerektiriyordu ama bunun da ötesinde, Meclis’i devletin iktidar alanına taşımaya (yani “devlet iktidarını” elde etmeye) çalışıyordu.

Buradan şöyle bir sonuç çıkarılabilir:

Kaç yıldır ülkeyi yönettiği halde, AK Parti hâlâ iktidar odağı sayılmıyor. Bu partinin bünyesinden çıkmış Cumhurbaşkanları bile görüntüyü(durumu) değiştirmeye yetmiyor.

Demek ki, görünür ya da görünmez iktidar odaklarına karşı halkı örgütleme önceliği hâlâ AK Parti’de ve bu (olağan dışı) durum halk tarafından da yadırganmıyor. Bu işin bir boyutu…

Cevaplanması gereken asıl soru şu:

Muhalefet partileri, aydınlar, sivil toplum örgütleri, medyanın bir kesimi, niçin “Teröre lanet” mitingine yüz vermediler ve niçin bu haklı nümayişe karşı “eleştirel bir mesafede” durdular? Miting, AK Parti’nin gövde gösterisine dönüştüğü için mi? Ya da “Devlet iktidarı-Meclis iktidarı” ayrımının hâlâ geçerli ve cari olduğuna inandıkları için mi?

Her ikisi de…

Fakat çekinceleri ve geri duruşları, bana kalırsa, “terör”e ya da PKK’ya yükledikleri işlevle alakalı… “Erdoğan gitsin de, isterse memleket batsın”düşüncesine sahip bu çevrelerin, teröre (ve tabii PKK’ya) bir “ıslah ve tedip aracı” olarak baktıkları sır değil. Bu cümleden olarak, AK Parti iktidarını sona erdirecekse, Erdoğan’ı bitirecekse, terör “tolere edilebilir”, hatta desteklenebilir. Bu çerçevede, bir “iç savaş” bile desteklenebilir. Nitekim Türkiye’nin kurtuluşunu (Erdoğan’dan kurtuluşu), iç savaş koşullarına bağlayan entelektüeller çıktı: Türkiye, “iç savaşın kanlı cehenneminden geçmeden” düzelemezdi. Ya da bu badireyi, “bize çok acılar çektirecek bir altüst oluş”la, bir darbeyle, bir kaosla, büyük bir ekonomik krizle atlatabilirdik. Erdoğan’sız ve AK Parti’siz bir Türkiye’ye ancak bu yolla ulaşabilirdik.

Pensilvanya da böyle bakıyor.

Hiç kuşkunuz olmasın…

Bütün bu parametreler, bize, niçin terörün hoşgörüyle karşılandığı, niçin teröriste “terörist” denilemediği, niçin “PKK” isminin özenle“karartıldığı” sorularının cevabını veriyor.

Evet, Yenikapı’daki nümayişe bir sivil toplum örgütü öncülük etti ama görüntü, bir “AK Parti mitingini” andırıyordu.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET TAŞGETİREN-STAR

Nasıl bir dil?

7 Haziran öncesinde Ak Parti, iç – dış bir çok odak tarafından saldırı hedefi haline gelmiş bir siyasi kadronun tepkisel diline sahipti. 

İçinden çıkardığı Cumhurbaşkanı hedefti, onunla bağlantılı, onun arkasında duran herkes hedefti. Bütün Ortadoğu’da Ak Parti’nin örnek olacağı düşünülen tüm siyasi hareketler hedefti, sonuç itibariyle onların en yaldızlı örneği olarak Ak Parti de baş hedefti.

Ortak cephe oluşturulmuş ve yoğun saldırılar gerçekleşmişti.

Bunun, hem yöneticiler planında hem taban planında Ak Parti’nin kimyasını etkilememesi mümkün değildi.   

O kimyanın ürettiği duygu öfke ve keskinleşme idi.

Ben hep şunu söylerim:

-İslam coğrafyasına yönelik agresif baskı ve kuşatmalar, Müslümanın kimyasını öfke ile bilenme istikametinde etkilemiş, bu da Müslümanın özgün kişiliğinin öfke ağırlıklı olarak dönüşmesine yol açmıştır. Medeniyet kuran bir Müslüman karakteri ile vatanını kurtarma mücadelesi veren Müslüman karakteri aynı olmuyor. Hele müstevliler insanlık dışı her türlü uygulamayı reva görüyorlarsa…

Türkiye’deki hal neydi?

Ak Parti neyi temsil ediyorsa o iktidardaydı.

Ama bu iktidar, halktaki bütün karşılığına rağmen kendisini içerden ve dışardan kuşatma altında hissediyordu.

İktidar olmak ona güç veriyor, ama içerdeki bazı odakları da devreye sokan derin kuşatma, her şeyi göreceli hale getiriyordu.

Evet, bunun ürünü dilin sertleşmesi, kendi tabanını tahkim eden, ama bunun onun ötesindekilerde nasıl bir tesir icra edeceğini ihmal eden, hatta duygu buluşmasını ihmal eden bir dildi.

Öfke dilinin tabanın bir kesiminde ve taraftar medyanın bazı köşelerinde karşılık bulduğu da doğrudur.

Ama 7 Haziran’da, tabanın bir kısmının kuşatılamadığı anlaşıldı. Şöyle bir soru bence önemli:

7 Haziran’da ulaşılan yüzde 41’in yüzde kaçı, partinin hakim dilini onaylıyor veya kendi insan ilişkilerinde o dili kullanıyor?

Bence bunun tahlil edilmesi lazım.

Bence Türkiye toplumu, Ak Parti’den en azından içeriye dönük daha kendinden emin,  daha geniş kitleleri kuşatıcı bir dil bekliyor.

Aslında Ak Parti, doğrudan kitlelerle buluştuğu durumlarda, öyle bir dili tercih ediyor. Orada anlaşılıyor ki önce Türkiye toplumunun, statükodan kaynaklanan sorunlarını inceliyor,  farklılaşmalar, cepheleşmeler, kopuşlar, devletle sürtüşmeler vs. gibi sancılardan kurtulmak gerektiğini düşünüyor ve çareler arıyor. Alevi meselesi, Kürt meselesi, gayrı müslim azınlıklar ve dindar toplum kesimlerinin meselelerine eğilinmesi gibi. 

Ama aynı hassasiyet, mesele partilerle ilişki boyutuna geldiğinde, sanki o partilerin halkla hiçbir ilişkisi yokmuş, o partiler soyut varlıklarmış gibi bir tavır gelişiyor.

O da, mesela genel söylemlerde “78 milyonun temsilcisi olma” vurgusu yapan Ak Parti’yi ve onun lider kadrolarını daralan bir halk desteği ile karşı karşıya bırakıyor.

Ben şahsen toplum psikolojisine baktığımda şunu hissedebiliyorum:

-Sanki Ak Parti’ye oy verenler bir yana, vermeyenlerin büyük bölümü bile, Türkiye’yi yönetme sorumluluğunu üzerinde en çok hisseden siyasi kadronun Ak Parti kadroları olduğuna inanıyor. Muhalefet olsun diye muhalefet eden kadrolar var bir, bir de bu ülkenin yücelme mücadelesine baş koyanlar var.

Mesele, Ak Parti’nin bu özgüven içinde, başlangıçta yola çıkıldığında olduğu gibi, istisnasız tüm toplum kesimlerinin ulaşılabilecek potansiyel olduğu inancı ile dil, üslup, tavır, politika ve karakter” oluşturmasıdır.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

TAHA ÖZHAN-STAR

7 Haziran – 1 Kasım ekseni

7 Haziran tablosu, siyasi partilerin seçimlerdeki performansından daha fazla seçim sisteminin sebep olduğu Meclis aritmetiğiydi. Dördüncü partinin de parti olarak Meclis’e girmesi, bıçak sırtındaki iktidar aritmetiğini kaotik bir duruma sürükledi. Kendisi iktidara yürüyemeyen, seçimleri kazanamayan ve ufukta da kazanma ihtimali görünmeyen muhalefetin, seçim sisteminin sağladığı bozucu unsuru harekete geçirecek aktöre dönüşme potansiyelini görmüş olduk. Milletin iradesinin siyasetin kimyasında organik bir şekilde tecellisinden ziyade, sandalye sayısına indirgenmiş, hem de oldukça büyük farka rağmen seçimin iktidar ve hükûmet üretmesi makasa alınmış oldu. 7 Haziran’da başlayan süreç ise 1 Kasım’da nihayete erecek. Başka bir ifadeyle, 7 Haziran’da sandığın içinden başka bir sandık çıkmasından dolayı, yarım kalmış sürecin tamamlanması gerekiyor.

Muhakkak ki, 1 Kasım Seçimlerinde seçmen ‘siyasal ve toplumsal hafızasına’ danışarak bir tercihte bulunacak. Lakin iki seçim arasındaki beş ay oldukça etkili olacak. 1 Kasım öncesindeki beş ayı müstesna kılan unsurların başında, 1999’dan beri ilk kez yaşanmış olması geliyor. Ya da 2002 sonundan, yani AK Parti’nin iktidara geldiği tarihten itibaren alınırsa, Türkiye’nin tek başına iktidar dışındaki bir senaryoyu hatırlayabilmesi için 13 yıl geriye gitmesi gerekiyor. Dolayısıyla, seçmen bu ‘beş ay’ içerisinde ‘koalisyonun’ ne demek olduğunu ya da ‘tek başına iktidarın olmamasının’ anlamını değerlendirmiş olacak. Bu gözlemin nasıl bir kanaatle sonuçlanacağını 1 Kasım’da göreceğiz.

7 Haziran’da AK Parti’yi Meclis’te matematiksel bir eksiklikle, yani 18 sandalyeden yoksun bırakan neticeden daha kötü bir tablo ortada olsaydı, 1 Kasım Seçimleri açısından ‘beş ayın’ anlamı üzerinde bu denli durmaya gerek olmazdı. Ancak seçmen açık ara birinci yaptığı AK Parti’nin iktidar olacağına dair kuşkuları olmaksızın 7 Haziran’ı ortaya çıkardı. Aksi durumda, hükûmet kurmak için gerekli sandalyeden çok daha uzak bir netice görürdük.

Seçmen benzer şekilde, muhalefet partilerine 7 Haziran’da kazandıkları sandalye sayısının iki hatta üç katı kazansalar bile tek başlarına hükûmet kuracak çoğunluğa ulaşmayacak bir seçim sonucu verdi. Bu durum, AK Parti’siz bir hükûmet senaryosunun gerçeklik zemininin bizzat daha baştan seçmen tarafından iptal edilmesinden ibaretti. Tam da bu sebepten dolayı, koalisyonun toplumsal zemini ortaya çıkmadı. Dolayısıyla, siyasi zemin de inşa edilemedi.

1 Kasım öncesi ‘beş ayın’ tablosuna bakıldığında, seçmenin belli kanaatler geliştirmesi muhtemeldi. Bunların başında gelen, ‘muhalefet bloku’ olarak ilan edilen yapının suniliği ve anlamsızlığı oldu. CHP liderinin %60 çıkışıyla ortaya atılan bu bloğun birkaç gün içerisinde çöküşü, 1 Kasım sonrası için de işaretleri içerisinde barındırıyor. %60 iddiası tek seferlik olarak tüketildi, bir daha gündeme alınması ciddi anlamda zorlaşmış görünüyor.

Diğer bir önemli nokta, muhtemel bir hükûmetin ancak AK Parti’nin merkezde olabileceği bir senaryoda hayata geçeceği neticesi oldu. Seçmen bu seçimde kimin ne kadar oy alıp almayacağından, seçim vaatlerinin ne olup olmayacağından ziyade, AK Parti’nin tek başına hükûmet kuracağı senaryoya tabiî bir eğilimle sandık başına gidecek. Siyasetin kimyasını şekillendirecek olan bu eğilim, 1 Kasım’da seçim sistemi kaynaklı merkezkaç kuvvetlere karşı seçmenin göstereceği dirençle tek başına iktidara karar verecek. Hülasa istikrar oylanacak.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MURAT YETKİN-RADİKAL

1 Kasım, iki senaryo

AK Parti genel merkezinde, kapsamlı bir saha çalışmasında yüzde 44 alma umudu belirdiği inancıyla tek başına hükümet kurulabileceği yolunda bir inanç var. Ama sonuçlarını gördüğümüz diğer araştırmalar1 Kasım’da da 7 Haziran’a benzer bir sonuç çıkacağı iddiasında.

 

Başbakan Ahmet Davutoğlu dün dikkat çekici iki beyanda bulundu.

Birincisi, kimsenin AK Partisiz siyaset tasarımı yapmaması uyarısıydı. İkincisi de cumhurbaşkanlığının siyasi tartışmaların dışında tutulması çağrısı.

Kimse de çıkıp aslında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın seçim tartışmalarının tam ortasına dalmış olduğunu ve tartışmanın odağına de cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık yetkilerini koymuş olduğunu söylemedi.

***

Siyaset kulisinde konuşulanlara bakacak olursanız iktidar kanadı 20 Eylül’de İstanbul’da yapılan terör eylemlerini protesto mitinginden çok memnun.

“Bu üçlü hiç ayrılmasın”  esprisiyle değil belki ama Erdoğan ve Davutoğlu’nun yanı sıra Meclis Başkanı İsmet Yılmaz’ın da katılımıyla yapılan bu mitingleri, terörle mücadele görünümünde seçim kampanyası olarak başka yerlerde de tekrarlama niyeti var.

Ülkeyi 13 yıldır yöneten AK Parti’nin, hâlâ yönetimde olduğu halde kimi protesto ettiğini soran CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun kulakları çınlamıştır her halde.

***

Seçimlere şunun şurasında kırk günden az kaldı, ama partiler seçim kampanyalarına hâlâ resmen başlamadı.

Tabii bunda hükümetin Kurban Bayramını iki hafta sonuyla birleştirip 9 gün tatil plan etmesinin de payı var. Dün Davutoğlu’na yakın bir milletvekili bir iş için Başbakanlığa gittiğini ama neredeyse bütün memurların izne ayrılmış olduğu için işin aksadığından yakınıyordu telefonda.

Diğer yandan, belki AK Parti dışında partilerde para da suyunu çekmiş durumda. Kimse Cumhurbaşkanının tarihte ilk defa seçim tekrarı ilan edeceğini hesaplamadığı için bütün bütçeler 7 Haziran seçiminde harcanıp bitmiş durumda.

***

Erdoğan belki de seçim için en çok çalışan kişi. Çünkü AK parti Meclis çoğunluğunu yeniden alamazsa, maazallah koalisyon hükümeti kurulursa, fiilen de olsa başkanlık yetkilerini kullanamayacağının farkında.

O nedenle 1 Kasım’a doğru geçen her gün en fazla Erdoğan için kıymet taşıyor.

Sadece teröre karşı birlik maksadıyla değil, başka fırsatlarla da, mesela yeni muhtarlar toplantılarıyla her fırsatı halka hitap amaçlı değerlendirmek istiyor, o nedenle bu uzun Bayram tatili biraz canını sıkmış olabilir.

***

Başbakan Davutoğlu ise Bayram günlerini daha geniş kitlelere hitap fırsatı olarak kullanmayı tercih etmedi; yakın çevresinde bunun vatandaşta ters etkiye yol açacağına inandığı konuşuluyor.

Onun yerine gidiş-dönüş beş günü bulacak bir gezi için ABD’ye, Nev York’a gitme planı yapmış bulunuyor; Birleşmiş Milletler Genel Kurulu çalışmaları için.

Aslında tam seçim sürecine denk gelen bu toplantılara Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu’nun katılması yeterli olabilirdi ama danışmanları Başbakanın Türkiye’nin Suriye-mülteciler konusundaki haklılığını daha üst düzeyde aktarmayı doğru bulduğunu aktarıyor.

***

Aslında Davutoğlu, Bayram tatilini çıkınca bir ay kadar kalan seçim sürecinde ne kadar etkili kampanya yapılırsa yapılsın, HDP’nin oyu baraj altına düşmedikçe tek başına iktidar olmanın zor olduğunu biliyor.

Evet, AK Parti genel merkezinde, milletvekili aday belirleme sürecinde yapılan kapsamlı bir saha çalışmasında yüzde 44 alma umudu belirdiği inancıyla, HDP barajı aşsa da tek başına hükümet kurulabileceği yolunda bir inanç var.

Öte yandan sonuçlarını görmediğimiz o araştırmanın dışında, sonuçlarını gördüğümüz diğer araştırmalar (hatta bazıları AK Parti’yi yüzde 40’ın da altında göstermek suretiyle) 1 Kasım’da da 7 Haziran’a benzer bir sonuç çıkacağı iddiasında.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız