Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
MEHMET BARLAS-SABAH “20’nci yüzyıl bile uzak tarihe karışırken” Şevket Süreyya Aydemir Cumhuriyet’in ilk yıllarında Doğu Anadolu’da köylülerle sohbet ederken “Devle...
EMOJİLE

MEHMET BARLAS-SABAH

“20’nci yüzyıl bile uzak tarihe karışırken”

Şevket Süreyya Aydemir Cumhuriyet’in ilk yıllarında Doğu Anadolu’da köylülerle sohbet ederken “Devletin başında kim var” diye sorduğunda “Sultan Abdülhamid” cevabını alır. Tabii şimdi durum çok farklı… Bugün herkes bu soruya “Tayyip Erdoğan” diye cevap verir. Ama “Dün” yazılı hafızası olmayanlar için genellikle “Geçen hafta”dan öteye bir anlam taşımıyor. Bu yüzden bu coğrafyada defalarca yaşanmış olaylar ve krizler, ilk kez yaşanırmışçasına şaşkınlıkla karşılanıyor. 

Geçen yüzyıl 
Düşünün ki Turgut Özal’ın, Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı dönemleri “Geçen yüzyıl”ın gelişmeleri arasındaydı. Son darbe olan “28 Şubat” da 1997’de kaldı… 1912’nin ocak ayında yaşayan bilinci yerinde, siyasete aşina bir Osmanlı- Türk vatandaşı daha sonraki yıllarda olup bitenleri izlerken, acaba neler hissetmiştir? 1912’nin Ocak ayında biri kalkıp, “Selanik de, Rodos da, Halep de elimizden gidebilir” deseydi, herhalde ona”Bu adam meczup” diye bakılırdı… Fatih’ten, Yavuz Sultan Selim’den, Kanuni’den beri Türk olan bu coğrafyalar nasıl bizim elimizden alınabilirdi ki? 

Ama ne yüzyılmış 
Aynı yılın önce Balkan Savaşı’nda, iki yıl sonra da 1’inci Dünya Savaşı’nda bu coğrafyalar başka ülkelerin sınırları içine girdi. Gerçekten hareketli bir yüzyıldı “20’nci” diye numaraladığımız zaman dilimi… Üç ay sonra 16’ncı yılına gireceğimiz 21’inci yüzyıl ise, daha karmaşık, daha hızlı gelişmeler arasında ilerliyor. “Değişim” dünya savaşları ile gerçekleşmiyor bu yüzyılda… Çok boyutlu, çok etkenli ve çok bilinmeyenli bir global çatışmanın sancıları var her coğrafyada… Komünist Çin’in dünya kapitalizminin yıldızı olduğu, siyah derili bir Başkan Beyaz Saray’da otururken, Amerikan polislerinin siyah derilileri vurdukları bir dünyada yaşıyoruz. 

Yeni bir anayasa 
Ve bu yüzyılda Türkiye Cumhurbaşkanını halkın seçtiği, eskisinden daha şeffaf, her alanda dünya ile rekabete girilen ve tüm tabuların buharlaştığı bir yeni dönemi yaşamakta… Eğer önümüzdeki yıllarda hukukun üstünlüğünü ve temel insan hakları ile özgürlükleri üst değerler olarak kabul eden yeni bir anayasa yapabilirsek, bizim için 21’inci yüzyıl gerçekten eskisinden çok farklı olacaktır. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

HASAN BÜLENT KAHRAMAN-SABAH

“Bürokrasinin siyaseti-siyasetin bürokrasisi”

Tuğrul Türkeş kendisine gelen teklifi kabul etti, bakan oldu. MHP’de kıyamet koptu. Çok ‘asil’ bir ulus olduğumuz için mesela sokakta 15 kişi sopayla, sandalyeyle, tabelalarla bir kişiye saldırabildiği için Türkeş’e yönelik eleştiriler de gün yüzü görmemiş küfürler olarak ortaya saçıldı. Türkiye’de bu sahalarda sarf edilen sözcükleri bildiğim Batı ülkelerinin hiçbirinde bugüne kadar duymadım. Şu ‘alçak, şerefsiz, hain’ edebiyatını meğer ne çok severmişiz. Her fırsatta doymak bilmez bir şekilde bu sözcükleri tekrarlayıp duruyoruz. 

***

Bunları geçelim. Bu durumun arkasında bence çok önemli bir hamle var. MHP bu çıkışla birlikte bölündü. ‘Hiçbir şeyin partisi’ diye nitelendirdiğim, sadece belli toplumsal olaylar karşısında muhalif- zıt pozisyon alarak, belli toplumsal duyarlılıkların reaksiyoner oylarınıtoplayarak ayakta kalan bu partinin bir şekilde çatlayacağı aşikârdı. Anlaşılıyor ki, dayandığı sosyoloji 1990’lardaki ölçüde bile somut olmayan bu parti bundan sonra yoluna başka türlü devam edecek. Her ne kadar Türkeş MHP’ye karşı çok sert, amansız bir politika sürdürmüyor, hâlâ hiyerarşilere saygılı davranıyorsa da gerçek bu! 
Tam da bu durum bana Türkiye siyasetinin çok önemli bir çıkmazını düşündürüyor. Bu çıkmaz aslında bir ikili. Onu bürokrasinin siyaseti-siyasetin bürokrasisi diye adlandırıyorum. 

***

Bürokrasinin siyaseti malum. Türkiye Cumhuriyeti bürokratik bir devlet olarak kuruldu ve bu bürokrasi siyasetten elini hiç çekmedi. Toplumu ve halkı yok sayarak, bürokrasi, orduyla ittifak içinde siyaset yaptı ve daima darbelerle bütünleşti. Çok söylenen o ‘elitist siyasetin’ özünü tam da bu kesim oluşturdu. Bürokrasinin siyaseti Türkiye’de demokrasinin gelişmesi önündeki en önemli engel oldu. 
Fakat haksızlık etmeyelim. Sadece devlet bürokrasisi ve makro siyaset değildir bu şekilde topluma hâkim olan. Partilerin kendi bürokrasileri, iç hiyerarşileri de Leninci bir anlayışla ‘demokratik merkeziyetçilik’ düşüncesiyle siyaseti yıllar yılı tayin etti. Bütün o tepedeki örgütler, merkez yönetim kurulları, parti meclisleri demokratik görüntülerinin altında bu anlama gelir. Tepede de her şeye hâkim, her şeyi denetleyen genel başkanlar. Buna dasiyasetin bürokrasisi diyorum. 

***

Bu piramidin dışında çok az parti tabanında gerçek anlamda siyaset üretir. Taban ve delege sistemi Türk siyasetinin en zayıf noktasıdır. İş, bazı partilerde ‘delege ticareti’ne kadar uzanmıştır. ‘Delege siyasetini’ ikame eden delege ticareti! Siyasetin bürokrasisi bu derecede keskin ve katıdır Türkiye’de. Her parti bundan derece derece nasibini alır. ‘Parti disiplini’ denen kavram bu hiyerarşik bürokratik yapıyı ayakta tutmak içindir. 

Haddinden fazla ideolojik partilerde, çekirdek oyu haddinden fazla sert partilerde,dışarıyla teması kısıtlı partilerde ve nihayet sosyolojik bir siyaset yapmayan partilerde bu durum daha da vahimdir. Şunu da belirteyim ki, partiler bürokrasileri nedeniyle içlerine kapandıklarında oy yitirir, apolitikleşir ve hepsinden önemlisi kırılgan hale gelir. 

MHP bu partilerin şahıdır. Zamanında artık adını kimsenin hatırlamadığı DSP daha da beterdi. CHP her zaman bu konuyu sol kanatları aracılığıyla tartışmıştır. Tabanı en politik, en dinamik parti Akparti de bu gerçekten payını almıştır. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK

“Türkiye için son hesaplaşma bu…”

Çok boyutlu, Cumhuriyet tarihinin en tehlikeli hesaplaşmasını yaşıyor Türkiye. Eskinin iktidar kurucuları ile yeninin yerlileriarasında bir hesaplaşma bu. Eskinin vesayetçileri ile yeninin milli direnç unsurları arasında bir kavga bu. Eskinin sığınmacıları ile yeninin Türkiye’yi dönüştürüp yeni bir tarih yazmak isteyenleri arasında bir mücadele bu.

Cesurlarla yılışıkların, meydan okuyanlarla emanetçilerin, eski imtiyazlı azınlıkla Anadolu insanının rekabeti bu. Yüz yıl sonra, vesayet parantezini kapatanlarla, Türkiye’nin sadece Anadolu olmadığını farkedenlerle zihinlerimizi rehin alanların, bize bir 20. yüzyıl daha yaşatmak isteyenlerin boy ölçüşmesi bu.

İlk kez saflar bu kadar keskin

Cumhuriyet tarihi ilk kez safları bu kadar net, tarafları bu kadar keskin bir hesaplaşmaya tanık oluyor. Tam anlamıyla bir tarihi kırılma yaşandığı için sözler de, mücadele yöntemleri de oldukça keskin oluyor.

Çünkü ya Türkiye, yüzyıllar içinde olduğu gibi kendini dönüştürme becerisini devam ettirecek, yeni küresel güç haritasında sağlam bir zemin oluşturacak ve bir gelecek inşa edecek ya da yeniden vesayet altına alınıp, tipik bir Ortadoğu yönetimi gibi kişiliksiz bir ülke olarak varlığını devam ettirecek.

Büyüyemezse küçülecek, kendini yeniden kuramazsa parçalanacak.
Hesaplaşma’nın taraflarını iyi görmek için Birinci Dünya Savaşı’na, Çanakkale Savaşı’na veya İstiklal Mücadelesi’ne bakmak yeterli. Bir imparatorluktan geriye kalanların son sığınak olarak toplandığı Anadolu, tam da taşacak noktaya geldiği anda benzer bir saldırı yeniden başlatıldı. Önceden vekalet yönetimleri üzerinden kontrol altında tutuluyordu, kontrol edilecek ölçeği aştığı anda içeride ve dışarıda, o ortak cephe yeniden harekete geçti.

Siyasi kimliklerimizin üstünde bir gerçek var

Bugünü okumak, elbette hamasetle olmayacaktır. Ama bugünü okumak dar alanda paslaşmalarla, günübirlik dedikodularla da olmayacaktır. Onlara mahkum olursak bu hesaplaşma kaybedilmiş olacaktır.

Böyle bir durumda siyasi söylemlerin ve örgütlenmelerin, etnik kimliklerin, mezhep kimliğinin, bölgesel hesapların, politik tavırların anlamı kalmıyor. Bölgemizdeki bir çok ülkede gördüğümüz gibi, bir noktadan sonra geriye sadece millet, vatan, insan kalıyor. Bunların altındaki bütün kimlikler ve tanımlar anlamsızlaşıyor.

Siyasi partilerimizin, sivil kuruluşlarımızın, kanat önderlerimizin, hemen yer şehirde sessizce ama dimdik ayakta duran bu milletin siniruçlarının içinde bulunduğumuz bu yalın gerçeğin farkında olması ve ayaklarının sabitlendiği yeri bu gerçeğe göre belirlemesi gerekiyor.

Üç büyük tehdide karşı uyanık olun

Günlerdir Türkiye’nin önündeki “üç yakın tehdit”ten söz ediyorum: “İç işgalciler”, “entelektüel teröristler” ve “siyasi istikrarsızlar”.
Bu üç kavram ışığında gelişmelere bakarsanız; kimlerin nasıl bir saf belirlediğini, kimlerin kimlerin savaşını yürüttüğünü, ülke ve millet söz konusu olduğunda pozisyonlarının bir anda nasıl da yabancılaştığını, iç politik tartışma kamuflajı altında nasıl bir Türkiye biçimlendirmeye çalıştıklarını, kimleri tehdit olarak gördüklerini, devlet iktidarını ellerine geçirince kimleri darağaçlarına göndereceklerini anlarsınız.

İç işgalcilerin devletin merkezini kuşatıp nasıl bir vesayet sistemi kurmak istediğini, iç muhalefet adı altında her türlü “kısa devre iktidar” projelerini nasıl finanse ettiklerini, entelektüel teröristler üzerinden bu planları kamuoyuna nasıl pazarladıklarını, siyasi istikrarsızlar üzerinden ülkeyi nasıl kilitlediklerini, Türk siyasetini nasıl kısırlaştırdıklarını göreceksiniz.

PKK’nın gölgesine sığınan kalemşörler

Entelektüel teröristlerin kalemlerinden kan damladığını, ellerindeKaleşnikof’larla önüne geleni taradığını göreceksiniz. Kan üzerinden, itibar suikastleri üzerinden aynı projenin tetikçilerihaline geldiklerini göreceksiniz. Son derece sığ, öfke ve nefretcümlelerinin ötesine geçemeyen, bu ülke için tek olumlu ve yapıcı cümle kuramayan, hiç bir öneri getiremeyen, ülke ve millet saygısını kaybetmiş bu yazar erbabının, PKK’ya tek cümle bile etmediklerini, edemediklerini göreceksiniz.

Bir silahlı örgüt üzerinden Türkiye’ye ayar verildiğini, hepsinin bu örgütün arkasına sığındığını, örgütün silahları üzerinden intikam aldıklarını göreceksiniz.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK

Kürt sorunu gidişiyle, kapsadığı ulusal ve bölgesel çatışma alanıyla en çok endişe duymamız gereken konu. Seçimler bile bu sorun karşısında ikincil önemde seyrediyor, güvenlik ve muhtemel sonuçları açısından Kürt sorunuyla iç içe girmiş bulunuyor.

Öyle bir noktaya ilerlenebilir ki, bu sorun, siyasi istikrarı hükümet modelinden, hükümet istikrarından daha fazla etkileyebilir. Ülkenin alacağı demokratik ya da güvenlikçi yön bile hükümet terkibinden çok, bu sorunun tüm siyasi aktörleri aşan istikametiyle şekillenebilir.

Nitekim bir yandan Rojava’da ortaya çıkan yeni durum ve dengeler, diğer taraftan Güneydoğu’da bugün ucu bir taraf için özerklik ilan etmeye diğer taraf için bunu engelleyecek operasyonlar yapmaya giden alan kontrolu kavgasının ulaştığı nokta, her iki taraf için de çözüm sürecini mevcut haliyle işlevsiz kıldığı, çözüm süreci bu iki durumu kuşatmadığı, onları yanıtsız bıraktığı için bu çatışma ve yangını yaşıyoruz

Çatışan aktörlerin kendilerini doğrulamaları, bunu yaparken insan hakları, demokrasi, mağduriyet, bütünlük, vatan, onur gibi kavramlar kullanmaları, şu ya da bu merkez , bu ya da şu siyasetçi gibi aktörleri öne çıkarıp, tek sorumlu kılmaları sık görülen bir durumdur. Bu tür araçsallaştırmalar ancak gerçek stratejileri maskeler, malum kavramlarla paketlerler.
En çok bu nedenle, yaşananlara bakarken “karnından konuşmak”, iktidarla mutlak mesafe ya da iktidara mutlak destek güdüsüyle araçsallaştırılmaya gönüllü olmak, bana manasız ve tehlikeli geliyor.

Nitekim “çatışmayı kim başlattı, kim sorumlu” iddialaşması ya da “savaşı Erdoğan başlattı, çünkü şahsi kariyeri açısından buna ihtiyacı vardı, bu onun savaşı, bir darbe hali” gibi indirgemeci bakışlar, söze “devlet zaten zalimdir ya da Kürt hareketi zaten bölücüdür” diye hüküm vererek başlamalar, olana mesafe koyarak çok aktörlü, yönlü anlamak çabasından çok peşin hükümlerle tavır almaya sıkışmış tahliller, sözüm ona haberler, gözlemcileri, gazetecileri, yazarlarları, aktivistleri, çatışan tarafların lojistik destek unsuru durumuna düşürüyor.

Ne var ki, karşı bulunduğumuz sorunun kimilerinin küçük siyasi dünyalarından, değeri kendinden menkul siyasi pozisyonlarından daha önemli ve belirleyicidir…

Sıkı bir örneği önceki gün Yıldıray Oğur’dan okuduk…
Silvan için “Diyarbakır Belediye Başkanı Gültan Kışanak, Radikal’den Ezgi Başaran’a ‘Asker şehrin ortasına inmiş, halk evlerine çekilmiş gibi görünse de üç mahallede durum son derece vahim. Tekel Mahallesi ve ona bitişik olan iki mahallede asker ve eli silahlı kişiler durmaksızın çatışıyor. Bu durum kırsal alandaki çatışmalara da benzemiyor. Elinde silah olanlar birbirine ulu orta ateş açıyor, tarıyor resmen. Sivillerin başına çok kötü şeylerin gelmesinden korkuyorum. Çoluk çocuk herkes tehlike altında. Durum çok vahim, çok…’ diyordu.

Kışanak bile böyle derken, aynı gün HDP’lilerle birlikte Silvan’a giden Milliyet Gazetesi’nden Mehveş Evin’in ertesi gün Milliyet’te ‘Silvan’a girdik’ başlığıyla yayınlanan izlenimlerinin sansürsüz versiyonunu sitesinden okuyalım şimdi de: “Dışarıda beklemek zorunda kalan vatandaş öfkeli ve çaresizdi… ‘Ailemiz, çoluğumuz çocuğumuz Silvan’da… Gece 12’den beri bekliyoruz. Ölü mü sağ mı belli değil.Hepimizi öldürmek istiyorlar. Devlete hiçbir güvenimiz kalmadı’ diyorlardı. Yol boyunca çoğunlukla erkekler, binaların dibinde bekleşiyordu. Hepsi çaresiz, ne yapacaklarını bilmiyordu: Akrep, tank çok fazla. Çarşıda keskin nişancılar da var. Gördüklerine ateş açıyorlar, biz de çocukları alıp akrabalarımızın yanına geldik.’
Keskin nişancılar…
İnanılır gibi değil…
İfadesi, iması, çağrışımları bile dehşet verici… Bir kanaat olarak aktarılınca, on kere teyit edilmesi, uyarıcı not düşülmesi gereken bir kelime…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK

“PKK liderlerine paket “

Öcalan Türkiye’ye getirildiğinde sabaha karşıydı. Daha önceden planlandığı üzere MİT Müsteşarı Şenkal Atasağun, Cumhurbaşkanı Demirel’i bilgilendirmek üzere Çankaya Köşkü’ne çıktı, Müsteşar Yardımcısı Emre Taner ise Başbakan Bülent Ecevit’in kapısını çalmıştı.
Emre Taner ile Ecevit arasında şu diyalog yaşandı:
-Türkiye’ye getirildi.
-Sağ mı?
-Sağ
-Sevindim. Amerikalılara sağ getirileceği yönünde söz vermiştik.
Yıllar sonra Ecevit’in Or-An Sitesi’ndeki evinin salonunda söyleşi yaparken Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişini sormuştum.

Ecevit, “Amerika’nın bize niye verdiğini anlamış değilim” demişti.
MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile bir yardımcısı bir sabah Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Davutoğlu’nun kapısını çalıp, ”Paket Türkiye” de derler mi bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var. 30 yıldır PKK ile mücadele eden Türkiye, ilk kez örgüt liderlerinin
kellesine para ödülü koydu.

Bu terörle mücadelede bir konsept değişikliğine işaret ediyor. PKK’ya karşı operasyonların başladığı bir sırada, örgüt liderlerine yönelik bir operasyon hazırlığı olup olmadığı sorusunun peşine düşmüştüm. ”Henüz o seviyeye yükseltilmedi” karşılığını almıştım.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla PKK ile mücadele, “En üst seviyeye” yükseltildi. PKK ile mücadelede şimdiye kadar örgüt liderlerini hedef alan bir strateji izlenmedi.

Öcalan’a karşı Yeşil’in düzenlediği ”Mercedes operasyonu” türü girişimler oldu ama Öcalan yakalandıktan sonra devlet bu dosyayı rafa kaldırdı. Bir de Barzani’ye sığınan Şemdin Sakık işi var. O kadar.
Oysa terörle mücadelede örgüt liderlerini ele geçirme çok etkili bir yöntem. Almanya, Baader Meinhof çetesini böyle çökertti. Baader ve Meinhof cezaevinde infaz edilerek ortadan kaldırıldı. Peru, Aydınlık Yol Hareketi’ne, en büyük darbeyi örgüt lideri Guzman’ı ele geçirerek vurdu.

Türkiye 30 yıldır PKK ile mücadele ediyor ama örgüt liderlerine yönelik bir stratejisi olmaması büyük bir zaaftı.
Şimdi bu eksiklik gideriliyor.
İsrail’in kullandığı etkili bir yöntem. Cemil Bayık, Duran Kalkan ya da Mustafa Karasu’nun ele geçirilmesinin örgütte yol açacağı moral bozukluğu birkaç sınır ötesi operasyona bedel olabilir.

PKK yöneticilerine operasyon teklifi 4 yıl önce gündeme getiriliyor. Ancak karar yeni çıkıyor. Tabii bu süre zarfında çözüm süreci yürütülüyordu. Çözüm sürecinin büyük kazanımları oldu ama bir noktanın eksik bırakıldığı ortaya çıktı. O da devlet çözüm sürecinde bir gözünü kapatırken, PKK şehir yapılanmasını gerçekleştirdi.
Suruç katliamı ve PKK’nın Lice’de uykudayken iki polisimizi ensesinden vurarak şehit etmesiyle birlikte PKK ile mücadelede yeni bir konsepte geçildi. Çözüm süreci, ”Buzdolabı”na alındı, etkili sınır ötesi operasyonlar başladı.

PKK’ya yönelik ilk operasyonlarda, öncelikli olarak üç hedef vuruldu.

1-Yeni silah sistemleri

2-Örgüt militanlarının yetiştirildiği akademiler

3-2012’den bu yana İran ve Suriye rejiminden alınan ağır silahların saklandığı depolar.

Yeni silah sistemleri için özel silah depoları yapıldığı için, bunların tespit edilerek vurulması, örgütte şok etkisi yaptı. Ayrıca akademilerin vurulmasıyla birlikte orta sevideki örgüt yöneticileri hedef alındı.

PKK’ya yönelik operasyonların başlamasıyla birlikte başta Cemil Bayık olmak üzere üst kademe yöneticilerin zaman zaman İran’a geçtiği biliniyor. Cemil Bayık, yabancı basın kuruluşlarına Kandil’in, İran’a sıfır noktası Kaletuka ve Şehidan bölgelerinde röportajlar veriyor. PKK’nın üst yönetiminde hepsi bir ülkenin ve istihbarat servisinin adamı. İran, Cemil Bayık üzerinden Kandil üzerinde etkili oluyor. İran’ın paramiliter gücü Kudüs Ordusu Komutanı Kasım Süleymani uzun bir süredir çözüm sürecini sabote etmek için her yolu deniyordu. İran’ın PKK’yı sıkıştırdığı iki enstrümanı daha var. Bunlar KYB ve Goran Hareketi…
PKK’ya yönelik operasyonlara gelince. Asıl sorun şehirlerdeki yapılanmaları ve içimizdeki Kandilcikler. Kapsamlı bir çalışmanın yürütüldüğünü söylemekle yetineceğim.

Bu arada operasyonlarla ilgili zaman zaman bölge halkının nabzı tutuluyor. PKK’ya yönelik operasyonların tahmin edilenin aksine çözüm sürecine olan desteği artırdığı gözleniyor. Operasyondan önce yüzde 88 olan destek, operasyondan sonra yüzde 93 seviyesine yükseldi.

Bir başka veri daha. Operasyonlardan önce bölge halkı, yerel yönetimler anlamında yüzde 65 oranında özerkliği destekliyordu. Selahattin Demirtaş’ın deyimiyle, “Silah yoluyla özerklik ilanı” gerçek niyeti ortaya çıkardı. Bu durum bölge halkının özerkliğe olan desteğinin yüzde 38’e kadar gerilemesine yol açtı.

PKK, şehirlerde yaptığı saldırılarla, halkla, güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeye çalışıyor. Güvenlik birimleri sivil halk konusunda uyarılıyor. Çıplak kadın cesedi gibi aymazlıkların üzerine gidiliyor. Sık sık “Serhildan” çağrısı yaptılar ama başarılı olamadılar. Her şeyden önce ekmek almaya giderken PKK’nın patlattığı bomba sonucunda hayatını kaybeden 12 yaşındaki Fırat’ın hesabının verilmesi lazım.

Çünkü gerçekten de iki millet etle tırnak gibi, Kürtlere, ”Kiminle yaşamak istersiniz” diye sorulduğunda, yüzde 70’ten fazlası Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını tercih ediyor.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

İBRAHİM TENEKECİ-YENİŞAFAK

“Kısa Türkiye tarihi”

Kısa yasımızı tutamamış bir milletiz.’ Böyle söylenir. Çünkü her şey birbiri ardına gelmiştir. Ancak nefes almaya, azıcık soluklanmaya zaman kalmıştır.

Osmanlı-Rus Harbi’yle başlayan ve Kurtuluş Savaşı’yla biten o yorucu, yıkıcı mücadele. Ölüm kalımla geçen kırk beş uzun yıl. Bir çocuğun, gencin nice acıya ve ağır kayba şahitlik ederek büyümesi. Üç kıtaya ve sayısız beldeye dağılmış bir milletin eriye eriye Anadolu’ya çekilmesi yahut sığınması. İnanılmaz askeri ve sivil kayıplar. Hâlâ hesaplanamıyor, hatta tahmin bile edilemiyor.

Yahya Kemal, Mütareke’yi anlattığı 1918 başlıklı şiirinde, “Ölenler en sonu kurtuldular bu dağdağadan / Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan / Bizim diyâr olarak kaldı tâ kıyâmete dek” der. (Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti, sayfa 44.) Biraz açalım: 1910 yılında ölen biri, Selânik, Manastır, Üsküp gibi nice Balkan şehrini bizim bilerek hayata veda etti. 1915’te şehit düşen bir asker, Kudüs, Halep, Musul, Mekke ve Medine’yi Türk toprağı bilerek gözlerini kapadı. Bugün bizim Diyarbakır, Hakkâri, Van ve Şırnak’ı vatan toprağı bilmemiz gibi. Peki yarın?

Kabul edelim veya etmeyelim, işte böyle bir süreç yaşıyoruz. Yanı sıra, otuz yıldır sayısız acıya ve acımasızlığa şahitlik eden, öfkeyle büyüyen nesiller.

Geçen gün, derinlikli, basiret sahibi, meseleye hâkim bir büyüğümüzle sohbet etme imkânım oldu. Kendisinin devlet katında mühim bir vazifesi var. “Bu sefer başka” dedi. “Türkiye, en az yirmi yıl sürecek bir dönemin içine girdi.” Doğrusu, ben de böyle düşünüyorum. Bir buçuk ay kadar önce, Örgütlü Kötülük başlığı altında şu cümleyi kurmuştum: ‘Tanımlanması zor bir döneme girmiş bulunuyoruz.’

Feridüddin Attar şöyle diyor: “İnsanı düşkünlüğe uğratan dört şeydir: Çok düşman, hesapsız borç, sayısız iş, kalabalık aile.”
‘Çok düşman’ bahsini oradan alıp buraya koyalım.
***
Evet, yasımızı tutamamak. “Dinimizde yas kültürü yoktur” diye itiraz edecek olanlara, ‘acımızı yaşayamamak’ diyelim.
Öyle kayıplar veriyoruz ki, henüz birine üzülmeye başlamadan diğeri geliyor. İsimler ve simalar birbiri ardına silinip gidiyor.
Daha birkaç gün önce Silopi’de katledilip köprü altına atılan baba-oğul. İsimleri neydi?
Şehit edilen dört askeri toprağa vermeden, yeni bir kara haber: Siirt’te sekiz şehit. Üstelik, millî iradeye hasımlık eden bazı gazeteler, haberi, askerlerimizin fotoğrafıyla birlikte veriyor.
İşin / günün sonunda, kayıplar, birer rakama dönüşüyor. Otuz yılda şu kadar güvenlik görevlisi şehit oldu, bu kadar sivil teröre kurban gitti.

Yasin Börü, Aytaç Baran, Ceylan Önkol, Baran Çağlı, Fırat Simpil, Yunus Koca, son olarak Abdullah Biroğul. “6.500 sivil kayıp” ifadesindeki yerlerini, birer sayı olarak aldılar. Bu, hakikaten böyle mi peki?
Kırk yıl önce erkek kardeşimi kaybettim. Dört yaşındaydı. Adı İsmail. Annemle son konuşmamızda, ağlayarak, şunu söyledi: “Gözümün önünden bir an olsun gitmedi.”

İşte bu dokunaklı ölümleri, kullanışlı birer malzeme gibi görenlerin sayısı hiç de az değil. Ölümler üzerinden birbirimizi dövüyor, yoruyor, yaralıyoruz. Kaba kaçacak ama kaçsın: O kana bulanmış, parçalanmış bedenleri, birer sopa olarak, silah olarak kullanıyoruz. Nerede duruyorsak, oradan. Nasıl bakıyorsak, öyle.

Bu tutum, ayrılığı pekiştirmekten, öfkeyi derinleştirmekten başka bir işe yarıyor mu? Acıyı omuzlamak adına; yaralı anne ve babaya, kanatları kırılmış hanımlara, geride kalan çocuklara bir faydamız dokunuyor mu?
Önceliğimiz, maalesef, karşılıklı olarak birbirimizi suçlamak, karalamak oldu.
***
Konuşurken ve yazarken kullandığımız dil, tercih ettiğimiz kelimeler, kimliğimizi de ortaya çıkarır. Ahlak ve etik gibi. İnsan, nihayetinde, dilinde gizlidir, gizlenir. Söz, insanın tutma yeridir. Öyle ya, insanı başka neresinden tutacağız?
Haberleri yaparken, yazılarımızı yazarken seçtiğimiz kelimeler, o kelimelerin oluşturduğu cümleler, evvela, kim olduğumuzu ve nerede durduğumuzu gözler önüne serer. Hayır, niyet okumaktan bahsetmiyorum. O ayrı.

İki polisimiz, terör örgütü mensupları tarafından, uykusunda şehit edilmişti. ‘Kahpe saldırı’ başlığının bile hafif kaldığı bir cinayet. İnsan ve onur kavramlarının birbirlerinden en uzağa düştükleri bir kötülük.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

“Sallıyorsunuz… Bari destekli sallayın!”

Son yılların en büyük “gazeteciliğine” Cumhuriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Can Dündar imza atmıştı; Türkiye’nin IŞİD örgütüne (bir diğer deyişle DAEŞ’e) silah gönderdiğini belgelemişti. 

İyi yapmıştı da, bu “gazetecilik”te biraz problem vardı sanki. Çünkü kanıtlar biraz çürüktü. Daha doğrusu, ortada “kanıt” diyebileceğimiz bir kanıt yoktu.

İşin içinde TIR’lar vardı, bu TIR’ların MİT’e ait olduğu biliniyordu ama Can Dündar bu araçlarla ne sevk edildiğini, sevkiyatın nereye ve kimlere yapıldığını açıklayamıyordu.  

Sevkiyatı yapan “el” belliydi… MİT’ti diyelim…

Peki, adres neresiydi?

TIR’lar savcılık marifetiyle yolundan alıkonulmasaydı, son durak neresi olacaktı? Geçiş gümrükten mi sağlanacaktı? Gümrükten kazasız belasız geçen TIR’ları (eğer sınır ötesine geçecekse) “karşı tarafta” kim karşılayacaktı? Daha da önemlisi, “karşı taraf” kimlerin kontrolündeydi?

Bir de “tutanak”tan bahsediyordu Can Dündar.

TIR’lara yapılan baskınla ilgili bir “tutanak” düzenlenmiş…

Bunu düzenleyen “el”i biliyoruz. Fakat tutanaktaki “Bu TIR’lar IŞİD’e silah götürüyordu” mealindeki ifadenin oraya nasıl girdiğini bilmiyoruz. Bunu savcılar da bilmiyor, MİT mensupları da bilmiyor, baskın mahalline intikal eden Valilik de bilmiyor…

Bu ifadenin “baskın”ın hangi aşamada tutanağa eklendiği de bilinmiyor.

Baskın savuşturulup geçiş sağlandıktan sonra TIR’ların nereye gittiği, yükünü nerede boşalttığı da bilinmiyor. 

Hiç kimsenin bilmediği bu bilgiyi Can Dündar (ve tabii paralel cenahtaki arkadaşlar) biliyor olacak ki, “mal teslim adresi” olarak DAEŞ’i gösterip duruyorlar.

Önceki gün gazetelerde bir haber çıktı.

Bu haber Cumhuriyet’te de yer alıyordu elbette.

Habere göre, Amerika ve Türkiye DAEŞ hedeflerine ortak hava operasyonu düzenlemiş. (Haberin ayrıntısında, Dışişleri yetkililerinin ağzından, Amerikalılarla ortak operasyon için “işbirliği” yapıldığı bilgisi yer alıyordu.)

Ortaya şöyle salak bir durum çıkıyor:

Türkiye hem DAEŞ’e silah gönderiyor, hem de Amerika’yla işbirliği yaparak silah gönderdiği örgüte karşı hava operasyonları düzenliyor.

Peki, bu nasıl oluyor?

Dün sabah, aynı zamanda medya kuruluşlarına da sahip bulunan bir holdinge mali operasyon düzenlendi. Can Dündar, operasyondan bahisle, şöyle bir mesaj geçti: “Bugün gazetesini polis bastı. Gazetenin bugünkü manşetine dikkat: Akçakale sınırında IŞİD’e silah yapımında kullanılan malzeme sevkiyatı belgelendi.”

Can Dündar’ın “uyarısı” üzerine Bugün gazetesinin manşetine baktım.

En az Can Dündar’ın haberleri kadar problemli bir haber.

Gazete, birtakım fotoğraflara yer vermiş… Akçakale gümrük kapısındaki hareketliliği gösteren fotoğraflar… Bu “hareketlilik”, Türkiye’nin DAEŞ’e silah gönderdiğini gösteriyormuş.

Gizli-kapaklı işler yapan (el altından terör örgütlerine silah gönderen) bir devlet, bunu niçin açık kanallara döksün ve niçin (bol sayıda gümrük memuru ve inzibatın bulunduğu) gümrük kapısını kullansın?

Dahası şu:

Fotoğraflardan birinin altında şöyle bir (açıklayıcı) bilgi yer alıyor: “O borular havan topu…”

Bir havan topu namlusu olamayacak uzunlukta, namluya benzer iki adet boru. Evet, boru… Askerliğimi “havancı” olarak yaptığım için biliyorum: En uzun havan topu namlusu (“106’lık” tabir edilen toplardır bunlar), bu boruların ancak yarı uzunluğuna ulaşabilir… Yani, yeryüzünde yok böyle bir havan topu. Henüz icat edilmedi… Hani insanın, “Madem sallıyorsunuz, bari ‘obüs topu namlusu’ deyin. Daha inandırıcı olursunuz…” diyesi geliyor. Ayrıca, DAEŞ’e gönderildiğini söylediğiniz tankın üzerinde YPG yazıyor salaklar! Bari yayınladığınız fotoğrafa Photoshop yapsaydınız.

Haberde dikkat çekici noktalardan biri de, mütemadiyen “iddia edildi”, “öne sürüldü”, “belirtildi”, “görüldü”, “anlaşıldı” ifadelerinin kullanılması…

Kim iddia etti, kim öne sürdü, kim belirtti?

Belirtilen bu şeylerden kim ne anladı, kim ne gördü?

Bunların cevabı yok…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

BERİL DEDEOĞLU-STAR

“Göçmen sorununa Avrupai çözümler”

Avrupa’yı en fazla sarsan, Avrupalılık değerleri olarak anlaşmalara giren insani konuları en çabuk unutturan konu, göçmenler.

Bir çok AB ülkesinde komşu AB üyesinden gelenler bile göçmen olarak görülüyor. Doğu Avrupa ülkeleri AB’ye katıldığında, Fransa’da Polonyalı muslukçuların gelip Fransız muslukçuları işsiz bırakacağı yönünde büyük bir infial yaşanmıştı. Benzer biçimde batı Almanlar, akrabaları olan Doğu Almanları aralarına almamışlar, hatta bir Doğu Alman olan Merkel şansölye olunca basın yıllarca onun bu kimliğiyle uğraşmıştı.

Sonraları, Sarkozy başta olmak üzere birçok AB üyesi ülke lideri, Romanlarla uğraşmaya başlamıştı. Önce otobüslere doldurup şehir dışlarına göndermişler, ardından bu insanların Bulgaristan ya da Romanya’dan geldiklerine karar verip, yine otobüslerle onları gözlerinin görmeyeceği yerlere yollamışlardı.

AB’nin bir diğer sorunu da Afrika’dan gelen göçmenler oldu; bu sorun Akdeniz’i geçip İtalya kıyılarına ulaşan Afrikalılardan kaynaklandı. Bir dönem İtalya o kadar bunalmıştı ki, tüm gelenlere AB kimliği verip bu insanların İsveç’e kadar gitmelerinin önünü açmakla tehditler savurur hale gelmişti.

AB içinde kampa kapatma

Göçmenler üzerinden devletlerin birbirlerini tehdit etmesi, zaten başlı başlına insanlık dışı bir politika. Ancak ne yazık ki bu Avrupa’da artık normal karşılanıyor. O kadar normal karşılanıyor ki, bulunan çözümler bile sorgulanmıyor. Örneğin Afrika’dan gelen göçmenler için bulunan çözüm, Akdeniz’e kıyısı olan AB üyesi devletlere para verilmesi ve onların da bu paralarla gelen göçmenlere ya kamplarda bakmaları ya da geri yollama masraflarını karşılamaları.

Bu arada İtalyan ya da İspanyol polisi nelerle uğraşır, siyasiler bu maddi manevi yükün altından nasıl kalkar, hiç düşünülmemişti; hala da düşünen yok. Başka yerlerden gelenler ortalıkta gözükmesinler, bir yerlere kapatılsınlar da ne olursa olsun.

Ancak Suriye kriziyle birlikte, işler AB açısından çığırından çıkmış görünüyor. Zira Ortadoğu’dan gelen göçmen sayısı çok artmış durumda, üstelik radikal İslami terör tehdidi var, dolayısıyla bu insanların AB topraklarında kapatılacakları yer bulmak giderek zorlaşıyor. Üstelik konu Akdeniz’den Ege’ye, yani daha kolay geçilebilecek bir hatta kaymış durumda. Artık göçmen teknelerini batırmakla ya da TIR’lar içinde ölüme terk etmekle de bu insanların göçü engellenemiyor.

AB dışında kampa kapatma

Neyse ki, bu soruna da çare üreten siyasiler çıkıyor. Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere bunlardan biri. Ege’den AB’ye ayak basan göçmenlerin Türkiye’den geldiğini beyan eden bakan, Türkiye’de 2 milyona yakın Suriyeli göçmen olduğunu açıklamış.

Bu açıklama, “ne yapacak bu Türkiye” türünden bir endişeye karşılık gelmiyor. Tam tersine, 2 milyona bakan, daha fazlasına da bakar demeye getiriyor. Bunu, bulduğu çözümden anlıyoruz.

Alman Bakan, AB fonlarından para ayrılıp bununla Türkiye’ye büyük bir göçmen kampı yapılmasını önermiş. Ortadoğu’dan tüm gelenlerin buraya kapatılmasını öngördüğüne göre, muhtemelen bu kampın epeyce büyük bir yer olması ve yaklaşık 4 milyon kişiyi de barındırması beklentisinde. Kısacası Türkiye’nin bir ilini bu insanlara tahsis etmesini istiyor. Nasıl olsa Türkiye AB üyesi de olamayacağına göre, çöplerin kapının dışına süpürülmesi makul bir çözüm olarak görülmüş olmalı.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL-STAR

“Diplomasinin ahlâkı var mıdır?”

1853’lerde, Kırım Savaşı öncesinde, İngiltere ve Fransa, Rusya’yla savaşın eşiğine gelince,  Osmanlı’yı da yanlarına çekmek isterler.  Halbuki, o tarihten henüz iki sene öncelerde Fransa  İmparatoru 3. Napolyan ile Rus Çarı buluşurlar ve  ‘kollarımız arasında bir hasta adam var, bu hastanın kendi halinde ölmesine müsaade etmemeliyiz..’ derler. 

Ama, şimdi o Fransa, Rusya’ya karşı açılacak savaşta o ‘Hasta Adam’ı da yanına çekmek istiyordu.. Çünkü, o ‘hasta’lığına rağmen Osmanlı,  Balkanlar ve Ortadoğu’nun hâlâ da en büyük güçlerindendi.  

Halbuki, aynı Fransa ve İngiltere, 1820’lerdeki Yunan İsyanı’ndan beri Yunanistan tarafındaydılar, tıpkı Rusya gibi.. Ve Yunanistan bağımsızlığını o yardımlarla ilan etmişti, ama, Girit’te devam eden silahlı mücadele, Osmanlı’yı bayağı zorluyordu.. 

Ve, ‘Duvel-i Muazzama  (Büyük Devletler) ne der?’ virüsü içimize girmiştir.

***

Kırım Savaşı öncesinde, Osmanlı’nın da İngiltere- Fransa yanında yer aldığını açıklanınca, İngilizler Londra sokaklarında, Osmanlı Sefiri’nin faytonundan  atları çözüp, Londra sokaklarında saatlerce, sevinç gösterileri arasında, kendileri dolaştırırlar.

***

Ve, 1853-56 arasında cereyan eden Kırım Savaşı’na Osmanlı da girer..

O savaş sürerken, bir gece, hem Fransız ve İngiliz ordugâhlarından, hem de Rus ordugâhlarından, çan sesleri yükselmeye başlar..

Osmanlı askerleri bunun mânâsını anlamazlar, önce..

Sonra anlaşılır ki, birbirleriyle savaşan her iki taraf da, aynı acı yıldönümünü anmaktadırlar, Bizans İmparatorluğu’nun 29 Mayıs 1453’deki çöküşünün 400. yıldönümünü..

İki taraf da birbirleriyle çarpışmaktadırlar, ama, kalpleri aynı noktada atmaktadır.

Osmanlı ise, Bizans’ı çökerten güç idi..   

Bu anlatılanların bugün ile ilgisi mi?

‘Ben hizmet’e varım. Ama, hizmetçiliğe yokum. Yaptığım hizmetler üzerine inandığım değerlerin mührünü vuramazsam, o zaman hizmetçi durumuna düşerim, ben buna yokum..’ diyen bir anlayış ve irade dünkü ‘Hasta Adam’ın en stratejik topraklarında yeniden güçlenmektedir ve bir restorasyon ve dünya siyasetine güçlü şekilde dönüş işaret vermektedir.

Elbette böylesine büyük hedeflerin bedeli de olur.

Nitekim, DAİŞ /IŞİD diye bir heyula oluşturuldu.. Bu heyulanın henüz ne olduğunu henüz kimse bilmezken, İslam Devleti  adını almasından sonra..

Bir anda, ne sionist İsrail rejiminin Filistin’de işlediği onca korkunç saldırılar, barbarlıklar, ne başka şey.. Her birisine alkış tutan emperyalist güçlerce, bu ‘tehlike’ye karşı öyle bir hava oluşturuldu ki, herbirimiz o gulyabanî korktuk ve herkes ona karşı savaşa girdi.

***

Suriye Buhranı’ çıktığından beri, Türkiye’yi kendi istedikleri şekilde devreye sokmaya çalışan NATO dünyasının istekleri karşılık bulmayınca Tayyîb Erdoğan aleyhinde sürekli bir yıpratma kampanyası başlatılmıştı.. İçimizdeki bazıları da, ne olduğunu bile bilmedikleri bu IŞİD hakkında, Amerikan kaynaklı bilgilendirmelerle hareket ettiler, hattâ IŞİD’e destek veriyor  diyerek  Türkiye’ye yapılan suçlamalarla,  emperyalistlerin  ağzıyla yazıp çizdiler, konuştular.  Kimileri de, ‘Türkiye, PKK’yle işbirliği yapması gerekirken, IŞİD’le birlikte PKK’yla da savaşması mantıksızlıktır..’ demeye başladılar. Halbuki PKK’yı Irak’ta tutan da bizzat USA emperyalizmiydi.. 

Emperyalist dünya, Türkiye’ye başka rol biçiyor ve de Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek, düzenlemek istiyordu..

Şimdi, Amerika Türkiye’nin DAİŞ’e karşı savaşmasını memnuniyetle karşılıyor. Ama, Türkiye de teröre karşı ortak mücadele  anlayışını ileri sürerek PKK’yı da vuruyor.

Bu da emperyalist odakları rahatsız ediyor.. Amerika da NATO’daki müttefikleri de  ‘Hizmetlerinizden memnunuz, ama, PKK,  bizimle birlikte DAİŞ’e karşı savaşıyor, bizim müttefikimiz onlar..Biz size hangi rolü verdiysek, siz onu yerine getirin..’ diyorlar.

Bir taraftan da Türkiye’yi övmeyi sürdürerek..

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

EMİN PAZARCI-AKŞAM

“Ben sizin…​”

Beklenen oldu, Koza-İpek Grubu’na yönelik adli operasyon başladı. Ankara 7. Sulh Ceza Mahkemesi Hakimliği’nin verdiği arama kararında gerekçeler de sıralandı: 

1)FTÖ’nün yöneticisi olmak ve finans sağlamak. 
2)Terör örgütünün mali kaynaklarını gizlemek. 
3)Yurt dışına para aktarmak. 
Diğer şirketlerini bilmem. Ancak, ben Bugün Gazetesi’nin Ankara Temsilciliğini ve köşe yazarlığını yaptım. İyi bilirim o yapıyı. Hani “Ben sizin cemaziyel evvelinizi bilirim” derler ya, aynen öyle. 
O gazete aslında Tercüman’dır. Bizim Mehmet Ali Ilıcak’la birlikte rahmetli Kemal Ilıcak’ın Tercüman’ının devamı olarak çıkardığımız gazetedir. O dönemde 300 binin üzerinde tiraja ulaşmıştır. 
Sonra yaşanan mali krizle birlikte Turgay Ciner’e satılmıştır. Ciner de adını Bugün olarak değiştirdikten sonra Akın İpek’e devretmiştir. 
Ardından da gazetedeki büyük ve planlı değişim başlamıştır… 
O günlerde “cemaat” denilen yapı, adım adım gazeteye yerleşti. İlk adım Bülent Keneş’in gelip, Mehmet Ali Ilıcak’ın gitmesi ile atıldı. Sonra bugün Genel Yayın Yönetmeni olan Erhan Başyurt geldi. Nihayet, Tercüman’ı Tercüman yapan isimler birer birer uzaklaştırıldı. 
İçlerinde ben de vardım. 
İlginçtir, gelenler medyada pek de tanınmayan isimlerdi. Tek özellikleri belli bir yapının elemanları olmasıydı. Halen gazetenin yazarları arasında olan Seda Şimşek de şahittir. Gazetede düzenlenen operasyonlar sürerken, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, TBMM’deki bir resepsiyon sırasında sormuştu: 
-Kim geldi Bugün Gazetesi’nin başına? 
“Erhan Başyurt” demiştim. 
Erdoğan da “O kim ya?” diye sormuştu. 
* * *
Bütün bunları, orada neler olup bittiği konusunda fikir vermesi için yazdım. Ama şimdi anlatacaklarım kelimenin tam anlamı ile tüyler ürpertici… 
O dönemde Ankara’ya, Ankara’yı da siyaseti de hiç bilmeyen, gazetecilikte pek de tecrübesi olmayan bir temsilci getirildi. O isim bir gün heyecan içinde yanıma geldi. “Anayasa Mahkemesi Raportörü, türban raporunu hazırlamış” dedi: 
-Ben çok uğraştım, alamadım. Bana yardımcı olur musun? 
“Olur” dedim, dostlarımı aramaya başladım. 
Bizimki birkaç defa daha geldi. “Abi acele edelim” dedi. Şimdi sıkı durun, aynen şu ifadeyi kullandı: 
-Ben ulaşabildiğim herkesi aradım. Polise de sordum. Ama bir sonuç alamadım. 
Polis? 
Ne işi var polisin Anayasa Mahkemesi’nde o dönem raportör olan Osman Can’ın hazırladığı bir raporla? 
Tabii ki normal şartlarda işi olmaz. Ama bir dönem Paralel Yapı’nın devlette görev yapan herkesin telefonlarını dinlediği gerçeği göz önüne alındığında bu sözler büyük anlam kazanıyor! Şimdi anladınız mı neden “tüyler ürpertici” ifadesini kullandığımı? 
İşte, orada ben bunları yaşadım, bizzat şahit oldum! 
O günlerde Kanal Türk’te çalışan İsmail Dükel, o “gazeteci” için “Kim bu?” demişti. Yaşadıklarımı O’na da anlatmıştım. O da şaşırmış ve hayretler içinde kalmıştı! 
Ve o “gazeteci” artık Ankara’da değil, pek çok Paralel Yapı mensubu gibi yurt dışında. Neden gönderildi acaba? Çok başarılı olduğu için mi, yoksa başka sebepler mi var? 
* * *
Dün gün boyunca o grubun televizyonlarını izledim… 
“Medyaya Operasyon”, “Basın Özgürlüğüne Darbe”, “Ülke Ekonomisi Büyük Zarar Görecek”, “Türkiye Demokrasisi Avrupa’da sorgulanıyor” türünden ifadeler tekrarlanıp durdu… 
Bir o ifadeleri, bir de yaşadıklarımı düşündüm!.. 
Sonra Ankara 7. Sulh Ceza Hakimliği’nin operasyonu başlatan kararını bir defa daha okudum. “İpek Grubu Şirketlerinin Bahreyn, Malta ve Kıbrıs’taki kendi hesaplarına transfer ettikleri 7 milyar 40 milyon dolardan” bahsediliyordu. Devamında “Bu banka hareketlerinin ticari hayatın gerekleri ile açıklanamayacağı” ifadesi bulunuyordu. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM

“Barış bloku nerede?”

Güneydoğu’da çocuklar, gençler, doktorlar, öğretmenler, şoförler, trafik memurları PKK tarafından katlediliyor. Asker ve polise yönelik saldırıları ise saymıyorum. Fakat PKK/HDP’nın arkasında saf tutan ve kendilerini “barış bloku” olarak lanse eden siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri, dernek, medya ve aydınlardan şu ana kadar yeterli bir tepki yükselmedi. Ne PKK’yı kınayan bir bildiri, ne bir basın açıklaması, ne bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Yıllardır sözde insan hakları ihlallerini araştıran İHD bile yalandan dahi olsa 12 yaşındaki bir çocuğu katleden PKK’ya ses edemedi. Türkiye Tabipler Birliği gibi bir örgüt, PKK tarafından Diyarbakır ve Iğdır’da öldürülen doktorlarının ardından bir kınama açıklaması bile yayınlayamadı. AK Parti hükümetini Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılatmaya çalışan Diyarbakır Barosu ise üç maymunu oynamakla meşgul. Cumhurbaşkanı’nın iftar sofrasıyla ilgilenecek kadar “duyarlı” davranan, spekülasyon yapan Mühendisler ve Mimarlar Birliği de terörün katlettiği çocukları görmezden geliyor. Uçan kuşun kanadına taş gelse bir araya gelen, bildiriler kaleme alan, imzalar atan aydınlardan da ses yok. Medya bahsini ise açmaya hiç gerek yok; medya, faili belirsiz cinayet haberleriyle zaman geçiriyor şu aralar. Çocukları öldüren mayını kimin patlatttığını, gençleri öldüren silahı kimin ateşlediğini medyadan öğrenmek imkansız. CHP’nin önergeci milletvekilleri de bu aralar pek sessiz; PKK/HDP terörü hakkında şu ana kadar hala tek bir önerge vermediler. Ne katledilen sivillere sahip çıktılar, ne terörü kınadılar…

PKK’nın ateşkesi bozarak terör saldırılarını tırmandırmasının ardından kendilerini “Barış bloku” olarak tanımlayanlar nasıl olur da 12 yaşındaki bir çocuğun katledilmesine bile ses çıkaramaz? Başta HDP olmak üzere barışı dilinden düşürmeyenler en azından PKK’nın sivil katliamlarına tavır alamaz mıydı? Sivil siyasetin güçlendirilmesi gereğine inanlar neden en korkunç cinayetlere karşı bile tepki gösteremiyor? Barışa inananlar, kendilerini “Barış bloku” olarak tarif edenler terörün arkasında saf tutar mı ? Bunu anlamak mümkün mü?
Bu çelişkili durumu genelde ideolojik ve siyasi izahatlarla anlama yoluna gidiyoruz. Bazen akılsızlıkla, bazan da ahlaksızlıkla açıklıyoruz. Bu kadar karşıtlaşmayı, uçlara savrulmayı, teröre arka çıkmayı kutuplaşmanın sonucu olarak görüyor veya AK Parti’nin muhafazakar-dindar kimliğine karşı bir tepki olarak değerlendiriyoruz. Erdoğan nefretiyle de durumu açıklama yoluna gidenimiz az değil; Cumhurbaşkanı’nın kişiliğinden  hoşlanmayanların siyaha beyaz, beyaza siyah diyerek bir tür inatlaşma içine girdiğini düşünüyoruz. 
Bana kalırsa bunların hiç biri bizi gerçeği tüm yönleriyle anlamaya yaklaştırmıyor. Kendi yaşadığımız ülkeyi bugüne kadar nedense iyi tanıyamadığımızı ve bu ülkede işlerin nasıl döndüğünü pek kavrayamadığımızı düşünüyorum. Sivil toplumculuk, dernekçilik, aktivizm dünyada bireyin yönetime katılması anlamında demokratik bir gelişmişlik göstergesi olabilir. Ne var ki Türkiye’de sivil toplum örgütleri, dernekler, meslek örgütleri veya aktivist gruplar paralel yapıların yan kuruluşu olarak organize edilmiş. Bu tür sivil örgütlerin işlevleri aslında devlet üzerinde etkinlik kurmak isteyen paralel yapılara toplumsal taban sağlamak.
Devlet üzerinde hakimiyet kurmak için sadece bürokratik mekanizmayı ele geçirmek yetmiyor, sivil toplum üzerinde de hakimiyet kurmak gerekiyor. Siyasette güç kazanmak isteyen derin  yapılar önce bu tür sivil toplum örgütlerinde güç kazanıyor. Bizdeki sivil toplum da yıllar öncesinden kontrol altına alınmış. Yoksa bugünkü gibi ayrı uçlarda konumlanan Ulusalcılar ile Cemaat gibi yapıları veya PKK ile Beyaz Türkleri, siyasi Türkçüler ile siyasi Kürtçüleri yan yana getirebilmek ve aynı hedeflere doğru birleştirmek pek mümkün olamazdı. Bu siyasi mühendislik için sivil topluma fazlasıyla hakim olmak gerekiyor. 
Bu sivil toplum kuruluşları 17-25 Aralık darbesinin arkasında da saf tutmuştu. Aynı sivil toplum grupları şimdi de terörün arkasında saf tutuyor. Cemaat’in istihbaratçı polis, savcı ve hakimlerinin peşine takılanlar şimdi de Kandil’in peşine düşmüş durumda.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

on5yirmi5