Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
SALİH TUNA-YENİŞAFAK “Erdoğan’ın en büyük hatası” Aydın Doğan’ın şebelek medyası ve mülâaneci takımı, asker ve polisimizi kahpe pusularla şehid eden terör örgütününpropagan...
EMOJİLE

SALİH TUNA-YENİŞAFAK

“Erdoğan’ın en büyük hatası”

Aydın Doğan’ın şebelek medyası ve mülâaneci takımı, asker ve polisimizi kahpe pusularla şehid eden terör örgütününpropagandasını yapmaya devam ediyor hâlâ.

Hem de en aşağılık, en sinsi yöntemlerle.
Mesela, akıl almaz şekilde karartma yapıyorlar.
İç savaş hazırlığı için kazılan hendekleri, tahrip edilen köprüleri, yakılan iş makinalarını ve HDP’li bir milletvekilinin PKK’ya erzak taşıyan otomobilde yakalanmasını görmezlikten geliyorlar, ila ahir.
İşlerine gelmeyeni de duymuyorlar tabii.

Daha geçen gün İngiliz medyasına konuşan adı lazım değil bir belediye başkanının, “Cizre’de Türkiye’ye karşı iç savaş yürütüyoruz” sözünü duymazdan geldiler.

“Türkiye Türklerindir” sofrasında türkü çığıran HDP’li Eşbaşkanın,Berlin’de, “PKK yenilmeyecek, TSK yenilecek” demeye getirdiğini duymadıkları, duyurmadıkları gibi.

Ama şehitler, şehitlerimiz, al bayrağa sarılı kınalı kuzularımızı, “karartmaya” güçleri elbette yetmedi.
Yetmeyince de, PKK’ye yönelen öfke selini boğuntuya getirmeye, hedef saptırmaya çalışıyorlar.
Bunun için de en iyi bildikleri yöntem, çarpıtmak!

Aydın Doğan’ın Hürriyet’inin, Sayın Cumhurbaşkanımızın canlı yayında milyonların önünde söylediği bir sözü çarpıtması bunlardan sadece biri.

İşin tuhafı…
Anlı şanlı “kültür- fizik” insanı Murat Belge de tıpkı “paralel”in“Sözcü”sü gibi hiç utanmadan bu yalana tenezzül edebiliyor.
Üstelik, Hürriyet gazetesinin sitesinde yayınlanan bu haber (tepkiler üzerine) kısa bir süre sonra yayından kaldırıldığı halde.
Peki o yaşta ve o müktesebatta bir insan nasıl olur da böyle pespaye bir yalana tenezzül eder?

Tek bir izahı var bunun:
O kadar dar bir alana “dûçar” oldu ki başka şansı kalmadı, naçar yalana sarılıyor.

Murat Belge’den küçücük bir müfteri üreten bu dar alana “mabet” de diyebilirsiniz; Erdoğan düşmanlığını din edinenlerin mabedi…
Bu mabetten konuştuklarında, Emin Çölaşan’la Murat Belge’yi ayırt etmek imkânsız hale geliyor.
Bir farkla ki, Murat Belge bu mabedi kimlerin inşa ettiğinin gayet iyi farkında!

Dünkü söz konusu yazısında bakınız ne diyor: “Tayyip Erdoğan ‘Kemalist müesses nizam’ın muhalefetiyle karşılaşacağını bilerek geldi ve karşılaştı. Ancak, o ‘müesses nizam’, çok önemli bir araçtan, ‘dış destek’ten yoksundu. Bu nedenle kolu kanadı kırıktı, alışılmış eylemlerini yapamadı. Gezi direnişiyle birlikte Erdoğan, işin başında hesaplayamadığı bir dirençle karşılaşmaya başladı…”
Muhterem bu kadar da açık sözlü işte!

O kadar ki, “Gezi gericiliğinin de paralel örgütün de PKK’nın da arkasında dış destek var, biz de bu desteğin nüfuz casuslarıyız, bizi yenemezsin” demediği kalmış.
“Dış destek” mi?

“Paralel devletin” kapatma aydınlarıyla birlikte imza attığı o beş para etmez bildirideki “Nazi Almanya’sı” vurgulamasıyla işte bu “dış desteğe” kuyruk sallamışlardı.
Murat Belge açık sözlü dedim ama hiçbir zaman Sevgili Çandarkadar olamaz.
Sevgili Çandar’da bu yetenek, nasıl desem, “boşboğazlık” düzeyinde.

Bir defasında, Edelman ve Wolfowitz’in hazırladığı raporu referans göstererek, “iktidara gelmeyi ve iktidarda kalmayı sadece Türkiye’deki sandık zannetmeyin” diyerek, Erdoğan’a, “Neocon vesayeti” adına adeta racon kesmişti.

Uzun lafın kısası, “Sandıklar Türkiye’de kurulsa da iktidarı ABD belirler” demeye getirmişti.
Türkiye’deki kavga, en nihayetinde, iktidar içerden mi dışardan (dış destekle) mı belirlensin kavgasıdır.
Her daim iktidarı seçmen belirlemiyor, ne sanıyorsunuz. Hatırladınız mı bir süre önce (27 Haziran 2015) bu sütunda, HDP’nin barajı aşması bile alınan bir kararın sonucudur, demiştim.

Dahasını isterseniz, “yerli” bir darbemiz bile yoktur. Türkiye’de 10 yılda bir ABD darbe yapmıştır.
ABD sadece taşeron değiştirmiş, 2002’de iktidara gelen Erdoğan veAK Parti’ye 2012’de (MİT krizi) “paralel örgüt” marifetiyle darbe yapmak istemiş ama başaramamıştır. 28 Mayıs 2013’te başlayan Gezi kalkışması ve 17 Aralık 2013 “mülâaneci” darbe girişiminden de sonuç alamayınca PKK’yı devreye sokmuştur.
Olan bitenin özeti bundan ibarettir.

1 Kasım seçimleri mahut “darbe mekaniğinden” çıkış seçimleridir. Seçim olmasın diye PKK taşeronuyla ellerinden geleni yapacaklardır.

Sayın Erdoğan, “bu ülke Ankara’dan yönetilsin, ecnebilerin malum merkezlerinden değil (ve söz bu milletin olsun)” şeklinde özetleyeceğimiz tavrını almakla en büyük “hatasını” yapmıştır.

Murat Belge’nin “dış destek” ifadesiyle kastettiği “dinamiğin” olanca öfkesini üzerine çekmesinin nedeni de budur.
Budur tiranların, nemrutların, firavunların, yezidlerin, müstekbirlerin Erdoğan’dan nefret etmesinin sebebi.

Asıl nefretleri de Türkiye Cumhuriyetinin Seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın şahsında, bu millettin bizzat kendisinedir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK

“AK Parti kendi hikayesini öldürmemeli”

PKK, saldırıya geçmeden önce bölgedeki GSM hatlarına ait, ”Baz istasyonları”nı imha ediyor. Böylece haberleşme imkanını ortadan kaldırıyor.
Sonra “Pusu” devreye giriyor.
“Seri pusu” deniliyor bu sisteme.
PKK bunu 3 yıl önce Çukurca’da kullanmıştı. Birbirine bağlı el yapımı mayınları (EYP) belirli aralıklarla patlatmış, 3 askerimiz şehit olmuştu.
Dağlıca’da ise üç aşamalı tuzak kurdukları ortaya çıktı.
Birinci tuzak: Patlayıcı ihbarı yapıp, bölgeye intikal eden Mayın El Yapımı Patlayıcı Timi (METİ) mayınları imha ederken ateş açtılar.
İkinci tuzak: METİ timinin yardımına koşan Yarbay İlker Çelikcan’ın içinde bulunduğu zırhlı araçların geçişi sırasında el yapımı mayınlar patlatıldı.
Üçüncü Tuzak: İlker Yarbay’ın şehit düştüğü haberinin alınması üzerine Kamışlı’dan yola çıkan üçüncü birliğin geçişi sırasında “Uyuyan mayın”lar yeniden patlatıldı.
Daha önce de göstermelik bir yangın çıkarıp, itfaiyeye ihbarda bulunan teröristler, itfaiyenin güvenliğini sağlayan polislere ateş açıp, şehit etmişlerdi.
Diyarbakır’da trafik kazası ihbarına giden ekibi tarayıp, polislerimizi şehit ettikleri gibi.
Pusu ne kadar kahpe bir saldırı yöntemiyse, mayın da bir o kadar insanlık suçu.
Ama bunu kime anlatacaksın ki?
Kız çocuğunun yanında babasını şehit eden PKK’ya mı?
Ekmek almaya giderken katledilen Diyarbakırlı çocuk Fırat’ın katillerine mi?
“İç savaş provası yapılıyor” diyen Figen Yüksekdağ’a mı?
“Direnişine de savaşa da hazırız” diyen bir kafa yapısına mı?
Kime, kime?
6.5 milyon oy almışsın. Üçü büyükşehir olmak üzere 103 belediyeyi elinde tutuyorsun.
80 milletvekili ile Meclis’te üçüncü parti olmuşsun.
Silaha sarılmanın anlamı ne?
Vura vura mı Türkiyelileşeceksiniz?
Terör bir girdap gibi bizi içine çekmeye başladı.
Yeni bir sürece girildi.
Dördüncü aşama diyebiliriz buna.

1-15 Ağustos 1984 Şemdinli-Eruh baskını ile başlayıp, 1993 Tansu Çiller’in Başbakanlığına kadar giden dönem.
Turgut Özal’la başlayıp, mesut yılmaz ve Süleyman Demirel ile devam eden, devletin kimi zaman şahin kimi zaman uzlaşmacı, davrandığı, “Kürt realitesi”nin tanındığı dönem. Bölgenin uzun süre Sıkıyönetimle idare edildiği PKK’ya karşı düzenli askeri birliklerle mücadele verildiği ilk yıllar. PKK baskın yapar, askerimiz karşılık verirdi.

2-90’lı yıllara damgasını vuran, ”Düşük yoğunluklu savaş” olarak tabir edilen ve Öcalan’ın yakalandığı 1999 yılına kadar giden dönem. “Çelik yürekli başbakan” Tansu Çiller’in, Doğan Güreş’in, Mehmet Ağar’ın, OHAL düzeninin hakim olduğu dönemler. Faili meçhullerin, köy boşaltmaların yaşandığı OHAL hukukunun hakim olduğu dönem. PKK ile mücadele Özel Kuvvetlerin devreye sokulduğu, özel birliklerin üs bölgelerine çıkıp, PKK’ya arazide darbe vurduğu dönem.

3-2007 yılında Türkiye’nin Anayasa referandumuna gittiği Pazar günü Dağlıca saldırısı ile başlayıp, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ dönemlerinde gerçekleştirilen sınır ötesi operasyonlarla süren, “Milli Birlik ve Kardeşlik projesi” ile örgütün “tek yanlı ateşkes” ilan etmesiyle sonuçlanan ardından 2011 yılında Oslo görüşmelerinin sızdırılması ve Silvan saldırısı ile yeniden çatışma dönemine girilen inişli, çıkışlı üçüncü dönem.

4- Başbakan Erdoğan’ın, ”Gerekirse baldıran zehri içmeye hazırım” sözü ile “Çözüm süreci”nin startının verilmesiyle başlayıp, PKK’nın geri çekilmesiyle hızlanan ancak Gezi olaylarından sonra PKK’nın geri çekilmeyi durdurması ile hızını kaybeden, İmralı görüşmeleri, Akil İnsanlar heyetinin temasları, çözüm sürecine yönelik yasal alt yapısının oluşturulması ile devam eden Cemil Bayık’ın “Şehir savaşlarına hazır olun” talimatı ile tersine dönen, 22 Temmuz günü PKK’nın Ceylanpınar’da 2 polisimi şehit etmesiyle birlikte yeniden çatışma sürecine girildiği dönem.
Bu döneme Kobani’de şehir savaşlarına giren PKK’nın, ”Kırsal merkezli şehir savaşları” taktiğinin uygulamaya konulduğu yeni dönem de denilebilir.

Fikret Bila’nın kaleme aldığı “Komutanlar Cephesi” kitabında Kara Kuvvetleri eski Komutanı Org. Aytaç Yalman’ın anlattığı gibi, ”Bizler o dönemde Kürt yoktur diye eğitilmiştik. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyorduk” devirler çok geride kaldı.
Ancak 30 yıldır PKK ile mücadele eden bir ülke olarak Erdal Sarızeybek’in, ”Şemdinli’de sınırı aşmak” kitabında paylaştığı telsiz konuşmalarındaki durumun bir benzerini bugün yaşamamalıyız.
“-Kartal-1, konuşan Kartal -3 tüm mevzilerde çatışma var. Teröristler çok kalabalık ve bölüğe girmek üzereler. Acele takviye gönderin
-Anlaşıldı. Soğukkanlı olun. Takviye hemen gelecek”
PKK ile mücadelede “Özel Kuvvetleri” kuran Genelkurmay Başkanı olan Doğan Güreş Paşa anlatmıştı.
“PKK ile mücadelede onlarla aynı yöntemleri kullanan gerilla eğitimi almış özel birliklere ihtiyaç vardı. İngiltere’nin İRA ile mücadele için kurduğu SAS komandolarını incelemek istiyordum. Genelkurmay Başkanı NATO’dan arkadaşımdı. Aradım. Kabul etti. İngiltere’ye gittim. Genelkurmay Genel Sekreteri Hurşit Tolon’u da yanıma aldım. Oradan bizi bir helikoptere bindirdiler. Bilmediğimiz bir yere götürdüler. Orada SAS timlerinin eğitimini izledik. Hurşit Paşa’ya bunları not aldırdım. Ben özel bir birlik kurmak istiyorum bana yardımcı olur musun dedim. İngilizler bize yardımcı oldu”

Doğan paşa bunları bir sohbetimiz sırasında anlatmıştı. Fikret Bila’nın kitabında ise SAS Komandoları yetinmediğini ABD’nin ünlü “Delta Force”u incelemek üzere bu ülkeye gittiğini anlatıyor.
“Yarasa Operasyonu”nu yöneten ve bunun kitabını yazan Özel Kuvvetlerin başarılı komutanlardan Mithat Işık’ın gibi, ”Türkiye PKK ile 30 yıl değil, 30 ay mücadele etti. Bir süreklilik olmadı” demeyeceğim.
Ancak her şeyi sil baştan yaşamanın anlamı yok.
Bir çıkış stratejisine ihtiyacımız var. Daha çok terör girdabına sürüklenmeden siyasi iradenin ülkeyi bu durumdan çıkaracak bir çıkış planını devreye sokması gerekiyor.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MARKAR ESAYAN-YENİŞAFAK

“Suriye’yi gösterip Mısır’a razı etmek

Trol gibi davranan bir anamuhalefet partisi lideriniz varsa ne yapabilirsiniz?
16 şehidin verildiği gün, PKK’ya değil, Cumhurbaşkanı’na yüklenen bir “milliyetçi” parti lideri karşısında tepkiniz ne olur?
AK Parti’nin Kürt inkarını bitirmesi sayesinde Meclis’e 80 vekil sokan bir “partinin” eşbaşkanları, buldukları her fırsatta savaşı normalleştiriyorsa, elden ne gelir?

Yalan olduğu ayan beyan açığa çıkan, bu yalanı üretip dolaşıma soktuktan 10 dakika sonra geri çeken Hürriyet’in, buna rağmen bu iftirayı manşetlerine taşıyan Sözcü, Taraf vesairenin gazete sayıldığı bir ülkede aklı selimi, vicdanı, doğruyu nerede aramak lazım?
Kurumlarına kayıtlı bir doktor PKK tarafından katledildiği halde, açıklamasını Cumhurbaşkanı’na hakarete ayıran odaların bu ülkeye katkısı hangi yöndedir?

Bunlar zor ve acı sorular.
Ama enseyi karartmamak lazım. Çünkü Türkiye onlardan ibaret değil.
Türkiye ulusalcı vesayetten kurtuldu, paralel vesayetinin belini kırdı. Şimdi sıra PKK’nın arkasına gizlenmiş ittifakı alt etmeye geldi.
Bilirsiniz, ömürleri bitmekte olan yıldızlar, süpernova haline geldiklerinde olağanüstü bir enerji/ışık saçarlar etrafa.
Çünkü kendilerini tüketmekte, öz varlıklarını yakmaktadırlar. Sonra son bir patlamayla yok olurlar.
Ömrünün sonuna geldiği için, Gayrimilli Kutsal İttifak eline geçerse, seçilmiş sivil cumhurbaşkanı ve AK Parti’nin üzerine fırlatıyor. Çünkü onlar aslında ne solcu, ne milliyetçi, ne liberal, ne gazete, ne STK, ne de iş örgütüydü. Varlıklarını borçlu oldukları vesayetin bir alt kümesi olarak bu alanları kontrol etmekle vazifeliydiler.

Ahlaki, akli, vicdani hiçbir kriterlerinin kalmamış olması, “Bu da olmaz” denecek her türlü pespayeliği yapacak denli fütursuzlaşmalarının nedeni, estetik gözetecek halleri kalmamış, kamufle olacak imkanlarını yitirmiş olmalarından.
Bu plan kabaca 2013 yılının başından itibaren uygulamaya kondu.

Çünkü ulusalcı vesayet sistemi yerine, paralel vesayeti yerleştirme planı tıkır tıkır işlerken, Erdoğan engeline takıldılar. Başta bunun kolay bir engel olduğunu düşündüler. Ama Erdoğan Türkiye’yi ve muarızları iyi tanıyordu, ayakta kaldı.
Çözüm Süreci sayesinde PKK’yı hareketlendiremediler. Gezi’de ellerinden geleni yapsalar da, bir içsavaş için yeterli dinamiği sağlayamadılar. Böylelikle Öcalan’ı İmralı’ya gömme planı işlemeye başladı.
Çünkü Kürtlerin destek vermediği bir içsavaşı Nişantaşı veya Cihangir’den başlatmak mümkün olmazdı. Demirtaş’ı Öcalan’ın yerine hazırladılar. Şiddete eğilimli arkaik solcu grupları HDP’ye alarak, BDP’nin Türkiyelileşmesi projesini de tersine çevirip boğdular.
En nihayetinde DAEŞ imdada yetişti. 6-8 Ekim ayaklanmasını HDP ve KCK çağrısı ile tertip ettiler. Çözüm Süreci’ni zehirlediler, zehirledikten sonra da ne zaman sıkışsalar ona sığındılar.

Nasıl olsa, tarihi Türk-Kürt ittifakının kimyasını bozmuşlar, süreci anlamsızlaştırmışlardı.
PKK’nın Dağlıca ve Iğdır saldırıları ile hedeflediği şey, Cumhurbaşkanı ve AK Parti’yi boğacak bir dehşet dalgası yaratmak. PKK vurdukça, içerideki medya ya dikkatleri yalan haberle başka yere çekiyor, ya da bu saldırılardan Cumhurbaşkanı ve AK Parti’yi sorumlu tutacak kadar densizleşiyor.

İmece usülü bir darbe iklimi yaratma amacı güdüyorlar. Dün darbelerini ordu içindeki cuntalarla yaparladı, bugün PKK’nın vahşetine sığınmış haldeler.
Duran Kalkan’ın “Ordu kendisini kullandırtmasın, bizim işimiz AK Parti ile” açıklamasının anlamı da bu.
Dehşeti arttırmak, Türkiye’yi Mısır, Erdoğan’ı Mursi, askeri de Sisileştirmek.

1 Kasıma kadar bunu yapmaya çalışacaklar. Muhalefet, medya ve ıvır zıvır sözde sivil örgütler de bu ateşe odun taşıyacaklar.
Tarlalar sürülmüş.
Erdoğan ve AK Parti’den sonrasını aklına getirmeyen, nefretleri kışkırtılmış kitlelerin desteğini alacaklarını ümit ediyorlar. Çünkü toplumsallık görüntüsü olmayan darbe başarılı olmaz.
HDP ve muhalefet üzerinden siyaseti istikrarsızlaştırmak adına gedik açtılar. Sahayı istikrarsızlaştırma görevini de PKK ve DHKP-C’ye bıraktılar.

Oyun bu kadar net ve açık.
Mesele Erdoğan ve AK Parti değil. Devleti vesayet mi kontrol edecek, yoksa millet iradesi mi? O irade bugün Erdoğan der, yarın başka bir kişiyi tercih eder. Seçimle gelen seçimle gider.
Önümüze “Ya Suriye olursunuz, ya da Mısır” dayatmasını koymaya çalışıyorlar, çalışacaklar.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

İBRAHİM TENEKECİ-YENİŞAFAK

“Türkiye’yi öldürmek istiyorlar​”

Refah-Yol, bazı eksiklerine rağmen, Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk millî hükümetiydi. Peki, bu hükümetin karşısında kimler vardı? İsim verelim: Doğan grubu, bugünün CHP’si diyebileceğimiz DSP, Cumhuriyet gazetesi, kara sermaye, ‘beceremediniz, bırakın’ diyen cemaat lideri, yargıdaki ve ordudaki malum klikler.

O yılların yalanlarını nasıl unuturuz? Aynı kaynaktan çıkan kurmaca haberler, iftiralar vs. Hükümleri kısa sürse de, maalesef başarılı oldular. Çünkü mütedeyyin camianın imkânları sınırlıydı, kısıtlıydı. Ses, fazla uzağa gitmiyor, herkese ulaşmıyordu. Derdimizi anlatamadık.

Dağlıca bölgesindeki hain pusunun hemen sonrasında, aynı kişiler ve kuruluşlar, yine tam kadro sahadaydı, sahnedeydi. El ele, omuz omuza. Yalnız bir farkla: Bu kez yanlarında Türk ordusu değil, terör örgütü vardı. Açık bir şekilde, bölücülerle iş tutuyorlardı. Aradan on sekiz sene geçmesine rağmen, inanılmaz bir azimle / inatla, mevcutlarını koruyorlardı. Fireleri pek yoktu. Bülent Ecevit gitmiş, yerine Kemal Kılıçdaroğlu gelmişti, o kadar.

Farklı muhitlere ve değişik fikirlere sahip görünseler bile, aralarında esaslı bir farkın olmadığı ortada. Hiç değişmediklerini de biliyoruz. İster istemez, insanın aklına başka şeyler geliyor. Bir üst akıl. Büyük patron.
Bu birlikteliği daha iyi anlayabilmemiz için, pazar akşamı / gecesi resmi hesaplardan atılan twitleri takip etmemiz yeterli. Sıralamaya da dikkat edelim. Kim başlatıyor, kimler devam ediyor? Siyasiler nasıl devreye giriyor? Üslupları neden bu kadar birbirlerine benziyor?

Nihayetinde, o gün, hep beraber şunu yaptılar, başardılar: Kanlı pusu nedeniyle terör örgütüne ve onun siyasi uzantısına gelecek öfkeyi hafiflettiler; o öfkenin bir kısmını başka bir adrese yönlendirdiler. İş bir anda dört yüz milletvekili tartışmasına dönüştü. Böylece, başarılı bir algı operasyonuna şahitlik etmiş olduk. Dağdakilerle eş güdümlü şekilde.
Tekrar Refah-Yol dönemini hatırlayalım. 28 Şubat sürecinin iki önemli ismi vardı: Necmettin Erbakan ve Süleyman Demirel. Mağdur olan ve eden.

Demirel, öldüğü gün unutuldu. Adını en son ne zaman duydunuz? Buna karşılık, Necmettin Erbakan, her geçen gün büyüyor, daha çok hatırlanıyor. Milletin gönlünde kalıcı ve kıymetli bir yeri var.
Emin olun, sonuç yine değişmeyecektir.
Değişmeyecek gibi görünen şeylerden biri de galiba şu: Bazılarının bin yıl sürecek olan kin ve düşmanlığı. Yerli ve millî isimlere, dinî değerlere…
***
Birinci Dünya Savaşı’nda kaç cephede ve kimlere karşı savaştık, hâlâ tam olarak sayamıyoruz. Mutlaka birkaç eksik kalıyor.
Yüz yıl sonra, yine benzer bir durum. Yöntem farklı, hedef aynı. Medya sektöründen sermaye dünyasına, terör örgütlerinden bazı siyasi oluşumlara kadar birçok cephe. Her adresin arkasında birkaç farklı ülke. Yeni bir ihale alan çok uluslu / ortaklı şirket gibiler.
Söyleyelim: Bu, profesyonel kötüler ile amatör iyilerin mücadelesidir.
Öldürülmek istenen, Türkiye’nin tâ kendisidir.

Biz bu satırları yazarken, yazının tam burasında, Iğdır’dan acı haber geldi. Şunu yazacakken: Uykudaki polisleri şehit edenler kardeşimiz olamaz. Din ve millet düşmanları kardeşimiz olamaz. Bunlar kardeşimizse, kime düşman diyeceğiz?
Mesele hak aramak ve almak bahsini çoktan aşmıştır. Sayın Erdoğan’ın da dediği gibi, bu artık bir terör sorunudur. Millet hayatının devam edip etmeyeceği hadisesidir.

Her gün yeni bir tehdide maruz kalıyoruz. Açıktan ve kimseden çekinmeden. Böyle yaşanmaz. Buna ‘millet hayatı’ diyemeyiz. Onurdan ve haysiyetten bahsedemeyiz.

Tunceli’de iki teröristin ‘etkisiz’ hale getirildiği çatışmanın görüntüsünü izledik. Bir şehit vermiş olan polislere, ‘niye teröristi öldürüyorsun’ diye kızıyorlar. ‘Müsaade edin de sizi öldürsün’ diyorlar. İşte böyle bir yere geldik, gelindi.
Bugün, topraklarımız içinde, büyük operasyonlar yapabilme kapasitesine ulaşan ve destek bulan ikinci bir silahlı güç bulunmaktadır. Buna göz yummak ölümdür. Bağımsızlıktan vazgeçmektir. Şu saatten sonra bunlarla masaya oturmak, o masadan hiç kalkamamaktır.

Acilen ve ihtiyaçtan, ‘önce vatan’ diyen herkesin siyasi ayrılıkları, geçmiş hesapları, eski kırgınlıkları yok sayıp bir araya gelmesi lazımdır.Türkiye’yi ve hakikati karartmak isteyenlere karşı kalbî seferberlik ilan edilmelidir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

“PKK niçin yaşatılıyor?”

İstihbaratçı yaklaşımı, terör örgütlerinin varlığını dış desteğe bağlar. Belirleyici bir irade olmaksızın, hiçbir örgüt (buna kaçakçılık örgütleri de dâhildir) yaşayamaz. 

Terör, kısaca “terörist” diye adlandırdığımız kişilerin (grupların) başvurduğu bir “kendini ifade etme yöntemi”, bir siyasal mesaj aracıdır ve çoğunlukla “öldürmeyi, korkutmayı, yıldırmayı, tavizler koparmayı” hedeflemektedir ama sadece bu mudur?

Daha önce de yazmıştım; “PKK niçin silah bırakmaz, PKK niçin tasfiye edilmez?” sorusunun cevabı olarak. İkinci baskı olacak ama hatırlatmanın tam zamanıdır: 

Terör, evet, kimilerine göre bir kendini ifade etme yöntemidir ama aynı zamanda çalışanları, finansörleri ve patronajı olan ciddi bir sektördür…

Bir ticari faaliyettir aynı zamanda…

Üstelik bu enstrümanı kullanan/kullanabilen odaklar (güçler, örgütler, devletler) açısından getirisi oldukça yüksek bir ticari faaliyet…

Biz sığ ve rasyonel (çoğu zaman da duygusal) aklımızla, terör örgütlerinin, “tek başına” ve “yalıtılmış” yapılar olduğunu düşünürüz. Oysa bu tür örgütlerin tek başına yaşama şansları yoktur. Her zaman bir muharrik güce, bir iç ve dış desteğe, bir manipülasyon iklimine ihtiyaç duyarlar ve esasında ayakta kalmaları buna bağlıdır.

Hiçbir terör örgütü, merkezî ve düzenleyici iradeden (yani sistemden, yani Amerika’dan, yani İsrail’den, yani sistemi dönüştürme gücü olan Çin ve Rusya’dan) bağımsız değildir. Sistem, bu örgütlerin her zaman bir adım önündedir ve sadece yönlendirici rol ifa etmektedir.

Bir de kural vardır:

Terör üreten yapılar, imkan dahilinde olduğu halde, hemen ortadan kaldırılmaz, ticari bir enstrüman olarak saklı tutulur. İşletme mantığı burada da geçerlidir: Kâr getirdiği sürece ayakta tutulur, “zarar” etmeye başladığı zaman kapatılır: “Kızıl Tugaylar” ve “17 Kasım” örneklerinde olduğu gibi…

Rahmetli Mahir Kaynak, “Terör konusundaki temel yanılgı, terör örgütlerinin devletlerden bağımsız, onların dışında ve karşısındaki birtakım örgütlenmeler olduğunun kabul edilmesidir” diyordu, “Oysa çok güçlü ve profesyonel devlet yapılanmalarının karşısında, bir avuç insanın sınırlı kaynaklarla kurdukları örgütlerin yaşama şansı hiç yoktur. İşin gerçeği terör örgütlerinin devletler ve onların organları tarafından kullanılmasıdır. Yani terörist meşru yapının karşısında değil onun emrinde ve hizmetindeki olan yapılardır. Terör, toplumu ve ülkeyi yönetenleri belli bir yöne sevk etmek için yapılan eylemlerdir ve eylem buna göre kurgulanır.”

Terör, sadece ticarî bir enstrüman da değildir.

Bir düşünce sistematiğidir, bir “felsefe”dir aynı zamanda.

İşini bilen büyük devletler, geçmişte, bu felsefeyi ihraç ederek çok büyük paralar kazandılar.

Dolayısıyla, kazanç getirdiği sürece PKK ayakta tutulacaktır.

Sadece savaşarak (militanları bire kadar kırarak) bir örgütü yok edemezsiniz.

Evvelemirde yapılması gerekli şey, terörü meşrulaştıran (terörü sonuç alıcı bir enstrüman olarak gören) “siyasal iklim”i ortadan kaldırmaktır.

Daha doğrusu şu:

Erdoğan’dan kurtulmayı “iç savaş” şartına bağlayan Nebbaşlar var olduğu sürece, PKK da var olacaktır.

Be utanmaz arlanmaz adam

Mühimmat taşırken yakalanan HDP milletvekiline laf etme.

PKK’ya silah sevkıyatını organize ederken basılan HDP milletvekiline “Bir dakika, ne oluyoruz” deme…

Gazeteleri hedef gösteren Eş Başkanlara sesini çıkarma…

PKK’nın bizleri tükürüğüyle boğacağını söyleyen terbiyesiz adama “Bu nasıl söz? Sen bir milletvekilisin!” diye itiraz etme…

Bu kadar terör saldırısı… Bu kadar şehit haberi… Bu kadar pusu… Bu kadar kalleş mayın…

Hiçbirini gereğince kınama, bir AK Parti milletvekili “Hürriyet gazetesi teröristleri kolluyor” dedi diye kıyametleri kopar ve saatlerce canlı yayın yap.

Efendim, göstericiler cam kırmış…

Star gazetesine bomba konulduğunda ağzını açmadın.

Star gazetesinin patronu terörist kurşunlarına hedef olduğunda oralı olmadın…

Bir kınama, bir ayıplama, bir üzüntü ifadesi, bir geçmiş olsun dileği… Hak getire! Bir de utanmadan “Niye kimse ölmüyor? Bunlar hep mizansen” diye yazılar yazdın.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

FADİME ÖZKAN-STAR

“Bu mücadele yeniden millet yapacak bizi

Dağlıca şehitlerini uğurlarken, Iğdır’dan, Cizre’den acı haberler alırken ve camilerden şehitlerimiz için okunan salalar ince bir yakarış gibi göğe doğru yükselirken zor şey yazmak… İnsanın boğazına bir yumru oturmuş da yutkunmak konuşmak imkânsızlaşmış gibi… 

Dua edesim var en çok. 20-30 yaşlarındaki gencecik şehitlerimizi, sanki her birinin annesi ablası teyzesiymişim gibi uğurlayasım var. O kadar değerli bir şeyden vazgeçtiler ki Türkiye için, hepimiz için. Bu fedakarlığın karşılığını veremez hiç kimse. Ne devlet, ne toplum… Ancak Allahu Teala. Mekanları cennet olsun her birinin. Allah cennetinde buluştursun sevdikleriyle. Gözleri arkalarında kalmasın. Emanetleri emanetimizdir. Uğruna can feda ettikleri ortak değerlerimizi onların aziz hatırasına halel getirmeden korumak artık bizim vazifemiz.  

Yüzyıl önce Çanakkale Boğazı’na çöreklenen düveli muazzamaya karşı savaşan Mehmetçikten farkı yok bugün toprağa düşen şehidin. Bir fark, o gün düşman topla tüfekle gemiyle açıktan geliyordu, artık taşeron kullanıyor. Terör örgütleri pusu kuruyor, medya desteği alıyor, algı operasyonu yapıp hedef şaşırtıyor. Her şey daha sofistike, daha kirli, daha alçakça.

Bir de Mehmet Akif’imiz yok, destan yazsın arkalarından. Ben sanatçıyım diye millete duyar kasıp duranlar, PKK’nın adını itinayla gizleyerek teröre lanet bildirileri yazıyor anca.

Lakin bunca fitne kol geziyor olsa da; üç beş ideolojik kör, hastalanmış kötü ve şuursuz olsa da etrafta, Türkiye’nin tamamının bağrı yandı istisnasız. Şehidine ağladı. Şu an dahi ülkenin her yerinde, ama özellikle PKK’nın aldığı oya güvenip kan akıtarak özerklik ilan ettiği bölgede görev yapanlar için titredi yüreği. Ayetel Kürsi’ler okuyarak zırhlıyor her birini. Kendi kardeşini korur gibi.

İşte bu duygu, birlikteliğimize ve geleceğimize duyulan inanç ve terörle mücadele kararlılığı yeniden millet yapacak bizi.  

PKK’nın beli kırılana dek!

Başbakan “PKK te-miz-le-ne-cek” dedi üzerine basarak. Cumhurbaşkanı aynı kararlılığı sıklıkla vurguluyor. Aynen destekliyorum. PKK’nın beli kırılana dek sürmeli bu operasyonlar.

Devlete topluma karşı silahlanmak; Meclisin siyasetin yolu en ayrılıkçı Kürtlere bile sonuna kadar açıkken -bu yoldan sonuç alamayacaklarını bildikleri için- silahlı terör örgütüne sırt dayamak, terörü övmek, terör eylemlerini faile meçhul gibi göstermek, pusu kurmak, mayın patlatmak, Molotof atmak suçtur. Dağda mağarada, şehirde kuytuda, Ankara’da mecliste ya da İstanbul’da medya plazalarında işlense de fark etmez. Cezalandırılmalıdır.

Akiller heyetinde, süreç boyunca artık şehitler olmasın, dağdan da cenazeler gelmesin, PKK silah bıraksın da analar ağlamasın diye çalışmış, buna yürekten inanmış biri olarak mutmain bir kalple söylüyorum bunu. 

Kan dursun diye çabalayan devletin, hükümetin ve çözüm sürecini destekleyen Türkiye toplumunun sunduğu imkânı kasten bile isteye heba etti çünkü PKK-HDP siyasi hattı. Ateşkesi bozdu, devrimci halk savaşı başlattı. Koca koca vekiller bile silahlı sivilceli YDGH’lıların arkasına pısıyor. 

PKK’nın yürüttüğü strateji, kan akıtarak özerklik ilan etmek. Sivil kamuflajıyla terörü gizlemek, mücadeleyi zorlaştırmak ve devletin hata yapmasını sağlamak. Tüm örgütlenmesi sivilleri gençleri çocukları istediğinde sürebilmek üzerine.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

HASAN BÜLENT KAHRAMAN-SABAH

“Asıl büyük tehlike, şu kapıdaki…”

Yüreğim kan ağlayarak oturduğum masada, bu yazıyı yazmaya başlamadan hemen önce gelen haberden Iğdır’daki patlamayı ve 12 polisin (şimdilik- umarım artmaz) öldüğünü öğreniyorum. Ne diyebilirim ki? O sırada televizyonlar Van’daki cenaze törenini veriyor. Yan yana 16 tabut. Ürpermemek olanaksız.
Türkiye gene paldır küldür bir savaşa girdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan ölen askerlerin içindeKürt olanlar da bulunduğunu belirtiyor. Kuşkusuz! Ama öte yanda, aynı duyarlılıkla düşününce, sayılarını ancak uzak ifadelerle öğrendiğimiz Kürtler var ölen, dağlarda. PKK’lılar ama gene de bu ülkenin yurttaşları. Onların evlerine de ateş düşüyor, onların aileleri de ağlıyor. 

***

Bu sözleri otuz yıldır söylüyoruz. 40 bin ölüden, yüz milyarlarca dolar harcamadan bahis açıyoruz. Geldiğimiz noktanın ne olduğunu ise henüz bilmiyoruz. Bu savaş verilmeseydi, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir ‘Kürdistan bölgesi’ oluşacak, o bölge özerk veya bağımsız olacaktı da, savaş onu mu engelledi? Doğrusu bu sorunun cevabı da muğlak, eğer meçhul değilse. O zaman insanın aklına ilk gelen şu: savaş bitsin, diyalog başlasın ve demokratik çözüm bulunsun.
Şu saptadığım oluşumun şartlarıdır önemli olan. O şartların başında PKK’nın silahlarını susturması geliyor. Bu koşulu önemsememek olanaksız. Çünkü PKK, silahlı mücadeleyle toplumda sahip olduğu bütün moral desteği kaybetti. 1990’lardaki kadar bir desteğe bile sahip değil. İkincisi ve daha da vahimi, PKK, bu tutumuyla, yarın öbür gün siyaset masası kurulduğunda devletin karşısına oturacak HDP’nin bu imkânını da elinden alıyor. Maalesef HDP de gerekli mesafeyi yaratamadığı için şiddetle yıpranıyor ve böylece diyalog imkânı ortadan kalkıyor.
O zaman ortaya hayli karanlık bir tablo çıkıyor. Nedeni, hiç değilse şimdilik, bir sübjektifbir de objektif nedenle diyalog yolunun kapanması. Sübjektif neden, Erdoğan’ın çözüm sürecinin buzdolabında olduğunu söylemesidir. Demektir ki, günü geldiğinde, şartlar olgunlaştığında çıkarılabilir. İşte o aşamada da objektif kısıtlama işin içine giriyor ve Türkiye, ansızın, bu müzakereleri yapacak mümessili karşısında bulamıyor. 

***

Bu tablo bize iki önemli sonuç üretiyor. Birincisi, anlaşılan bu savaş aynı zamanda PKK-HDP savaşıdır. En azından zıtlaşmasıdır, çekişmesidir, sürtüşmesidir. Bu gerçeği baştan beri biliyoruz. Ama belki biraz olsun tutumların gevşediğini düşünebilirdik. Ama anlıyoruz ki, hayır pozisyonlar daha da katılaşmıştır ve bu resimde artık Abdullah Öcalan da hayli geride kalmış, hayli soluklaşmıştır. Bu başlı başına bir mesele olduğu gibi, anlaşılan, yakın dönemin tartışması buradan çıkacaktır.
Gelelim ikinci sonuca: sürdürülen savaş, böyle devam ederse çok kısa bir sürede çok keskin bazı toplumsal ayrışmalar meydana getirecektir. Daha doğrusu yaşanan Türk-Kürt ayrışmasını daha da sivriltecektir. Hâlâ bir arada duran ve dayanışan bu kitleninayrışmasından söz etmiyorum.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM

‘Halk savaşı’ değil, mayın terörü

PKK, 7 Haziran seçimlerinin ardından “Devrimci halk savaşı” başlattığını ilan etti. KCK yöneticileri, bu kararı 11 Temmuz’da duyurdu. Kandil’in stratejisi, Güneydoğu’da hâkim olduğu il, ilçe ve köylerde Kürtlerle birlikte, devlete karşı silahlı halk ayaklanması başlatmaktı. Güneydoğu’yu bir anlamda Kobani’ye çevireceklerdi. Çatışmaları şehirlere, mahalle aralarına taşımalarının nedeni buydu. Hendekler kazdılar, mahalle aralarına barikatlar kurup çatışmalara girdiler. Amaçları teröre  “halk savaşı” niteliği kazandırmaktı. 

Ne var ki bu Kandil’in bu  taktiği  tutmadı. Emniyet, mahalle aralarında girişilen silahlı ayaklanma denemelerini etkisiz kıldı. Çok itiraz edilen “sokağa çıkma” yasağı ise militanları halktan ayırarak kolay hedef haline gelmelerini sağladı. Şehir ve mahalle aralarında başlatılan “silahlı halk ayaklanması”, halkın örgüte destek çıkmaması üzerine başarılı olamadı.  
* * *
“Halk savaşı” taktiği tutmayan örgütün bu sürede kolay hedeflere yöneldiği görüldü. Daha çok trafik memurlarına, hastane önünde nöbet bekleyen polis veya ailesiyle birlikte savunmasız durumdaki askerlere yöneldiler. Kamu hizmeti yapan sivillerin de PKK’nın hedefi olduğu görüldü. Kandil’in başlattığı “Halk savaşı” hızla halka döndü. Şu ana kadar çok sayıda sivil PKK tarafından öldürüldü.  
Geçmişte olduğu gibi askeri karakollara baskın düzenleyemediler. Bunda askeri karakolların nispeten güçlendirilmiş olmasının etkisi var. Örgüt, büyük kayıplar vererek karakolları basma yerine askeri uzaktan kumandalı mayınlarla vurmaya yöneldi. Dağlıca ve Iğdır’da askere ve polise kurulan mayın tuzakları etkili oldu. Bu taktiğin de adı “halk savaşı” değil, açıkçası “mayın terörü”dür.  
* * *
Güneydoğu’da yaşanan çatışmalar “halk savaşı” özelliği taşımıyor; Kandil, terör yöntemlerini esas alarak etkili olmaya çalışıyor. Şu ana kadar Güneydoğu’daki kayıpların büyük bölümü “mayın terörü”nden kaynaklandı.  

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT

“Gazeteci misin, ajan mı?”

2012 Mart’ında Taraf gazetesi, AFP’de çalışırken, kendine ajanlık teklif eden Fransız istihbaratının yabancı haber ajansları ve STK’lar üzerinden istihbarat faaliyetlerini MİT’e aktaran bir fotoğrafçıyı “Gazeteci misin, MİT’çi mi” diye deşifre ederek, AFP’den tazminatsız atılmasını sağlamış, hatta paralel polisler ve savcılar tarafından KCK operasyonunda tutuklanmıştı.

Aslında bu, Fransız istihbaratının MOSSAD ve CIA ile birlikte gerçekleştirdiği bir karşı casusluk faaliyetinden başka bir şey değildi. Bu operasyonda Paralel medya, paralel polis ve savcılar tetikçi ve ajan olarak kullanılmıştı.

Hablemitoğlu’nu hatırlıyorsunuz. Alman vakıfları ve bir takım yabancı STK’ların Türkiye’deki faaliyetlerini mercek altına almış, bunların Türkiye’de basın ve STK görüntüsü altında istihbarat faaliyeti ve 6. Kol faaliyetleri yaptığını yazıp konuşmaya başlamıştı. Hablemitoğlu’nu ortadan kaldırıverdiler.

PKK, DHKP – C, Paralel yapı, BÇG ya da ADD, ÇYDD farketmiyor, hepsi kaynaktan besleniyor.

Muhsin Yazıcıoğlu’nu, Uğur Mumcu ya da Eşref Bitlis’i kim, niçin ortadan kaldırdı!

Bu yapının arkasında malum çevreler var ve onların yerli işbirlikçilerini tanıyoruz artık. Erol Toy’un “İmparator”u, Vehbi Koç’un “köpeklerin parçaladığı cesed”i ya da mezarlıkta öldürülen Yahudi işadamı cinayetinin arkasında aynı derin gerçek var. Sivas ya da Başbağlar’dan söz etmeye gerek var mı? Darbelerin arkasında da aynı çevreler var, terörün arkasında da. Bunların kadrolu şeyhleri de var, fahişeleri de.

Türkiye’de basın yayın organlarının önemli bir kısmı yabancı istihbarat örgütlerinin Truva atı. STK’ların önemli bir kısmı da öyle.. Özellikle de insan hakları ve çevre alanında örgütlenen derneklerin ilişkilerini mercek altına almak gerek.. Bilim adamı kılıklı bir sürü  ajan aramızda dolaşıyor..

Bu işler dün de böyleydi, bugün de böyle.. 

4,5 milyon gazetenin 633.000’i paralel “Zaman”a ait. 33.000’i bile bayi satışı değil. Bir zamanlar 1.400.000 tiraj gösteriyorlardı. “Zaman” ve “Bugün” bedava dağıtılıyor. “Hürriyet” bir zamanlar 1 milyon basıyordu şimdi 360.000 basıyor.. “Millet”, “Meydan” hepsi dökülüyor.. Son bir haftada 70.000’e yakın tiraj kaybı var.

Şimdi “Cumhuriyet”, “Taraf”, “Gözcü”, “Yeni Çağ” gibi gazetelere yükleniyorlar.. Ege’de her gün köy ve kasabalarda, kahvehanelere, otobüs garajlarına ücretsiz olarak “Sözcü” ve “Hürriyet” gibi gazeteler dağıtılıyormuş.

Bunlar sadece istihbarat toplamıyorlar, bir kısmı ajan provokatör. Terör örgütünün propagandasını yapıyorlar..

Hürriyet, bunların “amiral gemisi”.. Savaş üssü. “Topyekun savaş” manşetini atan gazete de bu gazete..

Milliyet, Hürriyet, Cumhuriyet, Günaydın, bunlar aynı kökten beslenen gazeteler.. Abdi İpekçi’yi kim niçin öldürdü. Simaviler nasıl gitti, Aydın Doğan nasıl geldi. Doğan’ın Koçlarla ilişkisi nedir?

Bana kalırsa Koç örtülü KİT gibidir.. Zaman paralel devletin resmi gazetesidir. Tek Parti döneminde Ulus, Cumhuriyet derin devletin nasıl resmi gazetesi ise, 50 sonrası resmi gazete Hürriyet ve Cumhuriyet’tir.. Hepsinin arkasında da malum çevreler  var.. Hürriyet, Cumhuriyet gibi gazeteler, her darbeden sonra darbecilerin safında yer aldı. Öncesinde de darbeye zemin hazırlamak için ellerinden geleni yaptılar.

Cumhuriyet bir dönem Hitlerci faşistti, sonra Amerikancı oldu, her zaman Kemalist geçindi. 1954’de Şeriatçı oldu. Gün geldi, solcu, sosyalist oldu.. Bugün de bu yanar döner yayın politikasını sürdürüyor. Hepsi sonunda sahibinin sesi. Parayı veren düdüğü çalıyor..

Bu ajan işadamları, ajan gazeteciler, ajan STK’lılar, ajan işadamlarına karşı dikkat etmek gerek.. Bunun PKK’lısı, DHKP-C’lisi, Paraleli, Derin devleti yok. Sonunda hepsi aynı kökten geliyor.. MİT’in ya da MGK’nın veya Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın, “Alman Anayasa Kurumu” gibi, 3 ayda bir rapor yayınlayarak bu tür yapılarla ilgili, yerli ve yabancı, resmi ve özel kurumları bilgilendirmesi gerek.. Yoksa bunların sesi kısılmayacak.. PKK ve Paralelcilerin, yerli ve yabancı işbirlikçilerinin çenesi kapanmayacak..

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

on5yirmi5