Bu süreçte kim tasfiye olacak?

Medya
Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren, İbrahim Karagül, Beril Dedeoğlu, Ali Bayramoğlu, Abdülkadir Selvi, Mustafa Kutlu, Murat Yetkin, Ergün Diler, Engin Ardıç, Mehmet Barlas ve Haşmet Babaoğlu günde...
EMOJİLE

Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren, İbrahim Karagül, Beril Dedeoğlu, Ali Bayramoğlu, Abdülkadir Selvi, Mustafa Kutlu, Murat Yetkin, Ergün Diler, Engin Ardıç, Mehmet Barlas ve Haşmet Babaoğlu gündemdeki konuları değerlendirdiler.

Ali Bayramoğlu / Bayrak, sorumluluk, siyaset

Hassas konudur. Kürt sorununda pek çok kez bayrak krizi yaşadık. 90’lı yıllarda Güneydoğu ilçelerinde resmi binalardan Türk bayrağının indirilmesi, kimi mitinglerde yakılması ve benzeri olaylar her sefer büyük tepki ve tahrik dalgasına yol açtı.

Bu kez bir askeri birlik içindeki bayrak gönderden indirildi.

Tepki, Kürt sorununun da, çözüm sürecinin de, Lice’deki durumun da önünde gideceğe benzer.

‘Herhalde ben Ankara’dan gelip orada bayrağı indireni oradan indirmeyeceğim. Oradaki görevli indirecek. Askerin, polisin bahanesi olamaz. Gereği neyse onu yapacaksın…’

Bunlar Başbakan’ın sözleri…

‘Bayrak direğine tırmanacak kadar cüretkar bir sefilin alnı çatından devrilmesi haktır, helaldir. Diyarbakır’da görev yapan 2. Hava Kuvvet Komutanı ve Genelkurmay Başkanı istifa edecek kadar erdemli ve onurlu olmayı deneyecekler midir?’

Bunlar Bahçeli’nin sözleri…

Kılıçdaroğlu’nun atışı daha yumuşak, ama yine ‘simge sinir sistemi’nin üzerine: ‘Türk bayrağını indiren bir hareketi asla ve asla kabul edemeyiz. Bayrak üzerinden siyaset yapılamaz. Başbakan açıklama yapsın…’

Siyasilerin gösterdikleri tepki bir noktaya kadar anlaşılır.

Bu tepkiler duygu ve düşüncelerinin yansıması kadar rollerinin de bir parçasıdır…

Ancak ciddi bir mesele daha var.

Siyasilerin çatışmasızlık halini, barış sürecini, demokratik iklimi parçalayacak tahrik ortamının parçası olmamaları gerekir.

‘Askere neden vurmadın’ anlamına gelen siyasi çıkışları bu açıdan da değerlendirmek gerekir.

Lice’de günlerce örgüt, sivil halk karışımı gruplarla asker arasında yükselen gerginlik yaşandı. Bu tür ortamlarda güvenlik güçlerinden gerginliği silah kullanmadan aşması (ne yazık ki iki kişi öldü), kontrol etmesi beklenir ve istenirken, benzer başka bir yerde ‘neden silah kullanmıyorsun’ tutumu sorumlu bir davranış değildir. Bu durum, sorumluluk geri plana itilerek sadece ‘onur’ ve ‘bayrak’ kavramlarıyla açıklanamaz.

Elbette bayrak, asker, devlet temelde simge ve güç vaadi üzerine kuruludur. Kendi iç şiarları bunları varlık ve onurla bağlantılandırır. Öyleyse asker o kişinin kendi alanına girmesini engelleyecek bir yol bulabilirdi. Bu, sadece kendi değerleri açısından değil siyasi sonuçlar ve sorumluluk açısından da yerinde olurdu.

Ancak sınırları iyi bilmek gerek.

Diyarbakır’da 2. Hava Üssü’nde nizamiye kısmındaki bayrak direğine çıkan kişi asker tarafından vurulmuş olsaydı, bir düşünün, bugün siyasi olarak neyi tartışıyor olurduk, hatta hangi noktada bulunurduk. İstenilen o tek kurşun kimilerinin peşinde koştuğu provokasyonu işleme koyar, barış süreci sona erer, ülkenin dört bir tarafı patlardı.

Şaka değil…

Türkiye daha dün, barış sürecinde iplerin kopacak kadar gerildiğine tanık oldu, kimi gözlemcilere göre yeniden savaşın eşiğine geldi.

Lice olaylarının başka bir açıdan anlamı budur.

Olaylarda ölenlerin cenazesinde, Kürtçe, ‘Savaş savaş, savaş, barışa hayır’ sloganları atılması durumun ciddiyetini gösterir.

Aşağıdaki satırlar KCK’nın cenaze sonrası açıklamasından alındı:

‘Lice şehitlerini Kürdistan’ın ve Türkiye metropollerinin her tarafında en geniş ve radikal serhıldanlarla sahiplenmeye çağırıyoruz. Yeni karakolların inşa edildiği her yerde, halkımızı Lice’de gösterdiği onurlu direniş ruhuyla serhıldanlara çağırıyoruz. Kürt gençlerini, gerilla saflarına katılmaya çağırıyoruz…’

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Abdülkadir Selvi / Bayrak işi can yakacak

Hafta sonu iki günümü Diyarbakır’da geçirdim.

Diyarbakırlılar, ‘Tüfeği kim patlatırsa, o kaybeder’ demişlerdi.

PKK patlatırsa PKK, devlet patlatırsa devlet.

Bayrağımızın indirilmesi tam bunun üzerine geldi.

Bayrağımızın indirilmesi olayı ise yediden yetmişe hepimizi rahatsız etti. Bu olaya gereken en sert tepki gösterildi.

Dün partilerin grup toplantıları vardı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Türk bayrağı asılı kürsüde konuştu. Grup salonunda Türk bayrakları sallandı.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu her zaman olduğu gibi, bayrak olayına tepki göstermek yerine Erdoğan nefretini kustu.

Başbakan ise hem en ağır tepkiyi koydu hem de soğukkanlılığını kaybetmedi.

Herkesin üzerinde ittifak ettiği iki nokta vardı.

1-Bayrağımızın indirilmesi çözüm sürecine yönelik bir provokasyon.

2-Kandil, çözüm sürecinin tıkanması için gerilimi tırmandırıyor.

Bu işin bir de Öcalan’ı ilgilendiren yüzü vardı.

1 hafta önce çözüm sürecinin önemli bir aşamaya geldiğini belirten Öcalan’ın aktörlüğü yıpratılmaya çalışılıyor. Kandil, Öcalan’ı tekzip ediyor.

Öcalan da bunun farkında. O nedenle önceki gün kendisi ile görüşen HDP heyeti aracılığıyla, ‘Lider benim’ mesajını gönderdi. Etkili de oldu. Bu kez Duran Kalkan, ‘HDP muhatabımız değil, tek muhatap olarak Öcalan’ı görüyoruz’ diye açıklama yaptı.

Bayrak olayının bir de TSK’yı ilgilendiren yüzü var.

1-Bayrak direğine tırmanan şahsın küçük bir çocuk olmadığı gözleniyor. Buna rağmen neden müdahale edilmedi.

2- Diyarbakır 2.Hava Taktik Komutanlığı’nın önünde asılı olan bayrağı indirmek için, provokatör şahıs tel örgüleri aşarken, direğe tırmanırken, bayrağı indirip tel örgüleri aşarak askeri mıntıkanın dışına çıkarken, önlem neden alınmadı.

Bu soruların cevabına göre, Diyarbakır 2. Hava Taktik Komutanı Hava Korgeneral Nejat Bilgin’le ilgili bir değerlendirme yapılacak.

Müfettiş Gadget

Defne Samyeli’den Banu Güven’e, İbrahim Karagül’den Can Dündar’a kadar binlerce insanın Tevhit-Selam Terör Örgütü iddiasıyla telefonları dinleniyor, bunu savunmak Zaman ve Bugün gazetelerine düşüyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / Teröre karşı barışı mı yoksa şiddeti mi seslendirmeliyiz?

Lise yıllarımda siyasi tartışmalara katılıp, kendimce önemli görüşler açıklarken, babam beni uyarmıştı:

-Eğer gerçekten önemli ve evrensel doğruları içeren cümleler kurduğunu düşünüyorsan, bu cümlelerden önemli bulduklarını bir yabancı dile çevir… O cümleler yabancı bir dilde de anlam taşıyorsa, doğru yoldasın demektir.

“Barış Açılımı”nı sabote etmek isteyenlerin Türk bayrağını hedef alan eylemlerine karşı seslendirilen tepkileri izlerken, babamın uyarısını yine hatırladım…

Bir terörist eylemin provokasyonuna karşı aklın gereklerini ve barışın kaçınılmazlığını hatırlatmak yerine, bu eylemin rüzgarına kapılıp ırkçılığın seslendiricisi olmayı veya bu eylemi iktidara karşı bir hamle yapmak için değerlendirme girişimini, yabancı bir dilde nasıl ifade ederdiniz acaba?

Sorun çözmek mi, sorun üretmek mi? 

Cumhuriyet’in 100’üncü yılına neredeyse girilirken “Kürt Sorunu”na çözüm üretmek siyasetin gündemine nihayet girmiş… Bu sırada birilerinin bir de “Türk Sorunu” üretme çabalarına, evrensel siyasi akılda karşılık bulmak mümkün müdür?

Bir dönemde Türkçedeki bazı söylemleri İngilizceye çevirme çabalarını alaya alan denemeler modaydı. Bunlardan bazılarını, günümüzdeki siyasi sert söylemlere uygulamak galiba mümkündür…

Mesela karşısındakini yıldırmak için bıçkınlar tarafında sıkça kullanılan argo içerikli bir söylem “Bak koçum ben Anadolu çocuğuyum bir koyarsam oturursun” şeklinde değil midir?

Bunu İngilizce şöyle söyleyebilir misiniz?

-Look my ram, I’m an Anatolian child, If I put, you sit…

Türkçe’nin kavramlarını İngilizceye çevirme konusunda hatırımda kalan güldürücü bazı diğer denemeler de şöyleydi:

Sensitive meatball 

-Piliç çevirme: Chicken translation

-Kapıyı aralık bırak: Leave the door december

-İçli köfte: Sensitive meatball

– Acele işe şeytan karışır: Urinate quickly, satan mixes

-Senden adam olmaz: Man doesn’t become from you

-Her işte bir hayır vardır: İn every job there is a no

-Çok anasının gözü bir kız: She is such a mother’s eye girl

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fehmi Koru / Oyunun adını doğru koyalım

Hamaset yapılacaksa, hele tahrik konusu ‘bayrak’ ise, Ak Parti’de siyaset yapan kadrolardan daha iyi bunu yapacak liderler, Ak Parti’ye oy veren tabandan daha kolay ona tepki verecek bir kitle herhalde zor bulunur. 

Mithat Cemal Kuntay’ın ‘Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır’ mısralarıyla başlayıp Arif Nihat Asya’nın ‘Bir bayrak rüzgâr bekliyor’ çarpıcı mısralarına uzanan bir şiir dağarcığı hamaset için yeter de artar bile…

‘Bayrak’ tahriki yapanlar da buna oynuyor…

Ancak zaman hamaset zamanı da değil, oyuna gelme zamanı da… Tam tersine, şu günlerde en fazla dikkat edilmesi gereken nokta, tahriklere gelmemek, hamaset yapıyorum derken sabırla oluşturulmuş barış zeminini tahrip etmemektir.

Çok zor bir ruh hali bu. Bayrağa saygısızlık edenlerin amacı, hiç kuşkunuz olmasın, insanlarımızı bu ruh haline sokmaktır…

Neden?

Türkiye kronik bir sorununu geleneksel yöntemlerin dışında bir yaklaşımla çözme azminde. Hükümet bu yaklaşımı benimseyince önce devletin aygıtlarını ikna etti, sonra da ‘silâhsız çözüm’ yöntemini halka kabul ettirdi. Bunun hiç de kolay gerçekleşmediğini biliyoruz. Ancak yine de süreç için geniş bir mutabakat oluşturabildi hükümet.

Ülkeye iki yıla yakın bir süredir çatışmasızlık durumu hâkim; bu da sürece verilen halk desteğinin devamını sağlıyor.

İstenen ve tahriklerle amaçlanan, önce bu desteğin yok edilmesi, sonra da sürecin boşa çıkartılmasıdır. ‘Bayrak’ eylemi ile, halkın sürecin arkasından çekilmesi, bu arada sürecin tarafları arasında var edilmeye çalışılan ve zar zor sağlanan güvenin berhava edilmesi hedefleniyor.

‘Komplo teorisi’ mi? Hayır, gerçeğin ta kendisi…

Tertibin içinde yer almak için ‘bayrak’ konusunda farklı düşünceye sahip olmak gerekmiyor. Ülkenin sorununu ‘barışçı’ yöntemle çözme sürecine girmesinden rahatsızlık duyan geniş bir kesim var.

İçeride de var, dışarıda da…

‘Dışarı’ denilince akla illâ bir veya birden fazla devletin gelmesi gerekmiyor; yıllarca sorunu kendine ‘kariyer’ yapmış yabancı istihbaratçılar, savaşkan ortamdan çıkar sağlayan silâh tâcirleri bile ‘şer odağı’ olarak yeter… ‘İçeri’ denildiğinde de, gençliğini elde silâh her an öldürülmeyi bekleyerek dağda geçirmiş militanlar akla gelmemeli; çözümün çıkarlarına darbe vurduğu, hükümetin başarısını kendi başarısızlığı olarak görebilecek pek çok kişi, örgüt ve çevre var.

Sürecin siyasi heyetlerin görüşmelere başlamasıyla yeni bir aşamaya girmesi… Çalıştayla sivil topluma mal edilmeye çalışılması… ABD ve İran’la birikmiş sorunların ortadan kaldırılması için yeni bir zemin arayışı… Bütün bunlar süreci baltalamak isteyenlere “Şimdi tam zamanı” dedirtmiş olmalı.

Öyle bir havaya girdikleri, birbiri ardına meydana gelen gelişmelerden anlaşılıyor zaten…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Beril Dedeoğlu / İran ile yeniden

Türkiye’deki hemen her dönemin diplomasi çevrelerinin ortak kanaati, İran ile diplomasinin zor olduğu yönündedir. İddiaya göre zorlukların bir yönünü İran dış politika teamülleri oluşturur. Muhataplardan biri bir konuyu kabul ederken, bir başkasının reddetmesi; yapılacak anlaşmalara son dakikalarda hükümler eklenmesi, ser verip sır vermeme davranışları sıkça anlatılan hikayelere karşılık gelir. İran tarihi ve devlet yapısı incelendiğinde, nedenlerini bulmak çok zor değil.

Öte yandan İran’la sürdürülen diplomatik ilişkilerdeki esas zorluğun iki ülke arasında hem rekabet ve uzlaşmazlıkların hem de ortak çıkarların bulunmasından kaynaklandığı söylenebilir. Diğer bir ifadeyle iki ülke ilişkilerini belirleyen iki sepet olduğu, birinin içinin sorunlarla, diğerinin içinin ise fırsatlarla dolu olduğu ileri sürülebilir. Bugüne kadar her iki taraf da, bu iki sepeti birbirine karıştırmama başarısı gösterdi. Ancak günümüz küresel gelişmeleri, her iki tarafı da sepetleri ayrı tutma konusunda zorluyor.

İlişkileri hassas dengesinde yürütme kaygısı, İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin ziyaretiyle ve özellikle de yüksek stratejik işbirliği kurulmasıyla aşılmaya çalışılıyor.

İki ülke arasında sorun oluşturan konular, esas itibarıyla doğrudan iki ülkeyi ilgilendiren sorunlar değil, bölgesel gelişmeler ve küresel oyuncuların rekabeti bir dizi konuda iki ülkeyi karşı karşıya getiriyor.

Sorunların başında, Ortadoğu’da İran hangi kesimleri destekliyorsa, Türkiye’nin karşı tarafı destekliyor olması geliyor. Gayet tabi her biri, diğerinin faaliyetini kendi alanını daraltma olarak görüyor. İran Esad’ı, Türkiye muhalefeti; İran Maliki’yi Türkiye Maliki karşıtlarını destekliyor. Türkiye Filistin’de Hamas’ı kazanmaya uğraştıkça İran, Lübnan’da Hizbullah’ı güçlendiriyor. Türkiye Azerbaycan’la yeni anlaşmalar yaptıkça, İran Ermenistan’la yakınlaşıyor. Türkiye NATO füze sistemi konuşlandırdıkça, İran Rusya ve Çin’den daha fazla silah satın alıyor.

Bununla birlikte, iki ülkeyi birlikte davranmaya iten nedenler de az sayıda değil. En azından İran enerji konusunda Rusya’nın ipoteğinden kurtulmayı istiyor; Türkiye de enerji satın almaya hazır. İran, Kürtlerin ayrı devlet kurmasını istemiyor; Türkiye de bu projeye sıcak bakmıyor. İran, ABD’nin Ortadoğu’da askeri varlığından rahatsız; Türkiye de bu konuya bayılmıyor.

Ruhani’nin ziyareti, anlaşmazlık konularını, anlaşma konuları içinde eritme arayışı olarak görülebilir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ahmet Taşgetiren / Garip işler

Adam askeri birliğin içine giriyor, müdahale yok. Göndere tırmanıyor, müdahale yok. 

Bayrağı indirmeye başlıyor, müdahale yok.

Adamın fotoğrafı çekiliyor, müdahale yok.

Ve adam çekip gidiyor, müdahale yok.

Bütün bunlar üç – beş saniye içinde olup bitmiyor, ama herkes seyrediyor.

Genelkurmay’ın açıklamasını ciddiye alıp, diyelim ki, göndere tırmanan çocuk veya kadındı, ateş ederek ölümüne yol açıp, kışkırtma malzemesi veilmek istenmedi, peki yakalanamaz mıydı?

Yakalansa belki, provokasyonsa bütün bunlar, kimin kim adına provokasyon yaptığı anlaşılırdı. Yok, yakalanmıyor.

Diyarbakır gibi bir yerde bir askeri birliğe girip çıkmak bu kadar kolay mı oluyor?

Ben, yol kesip kimlik sormaları da anlayamıyorum.

Ben iş makineleriyle hendekler kazıp, yolları günlerce trafiğe kapatmayı da anlayamıyorum.

Ben, memleketin bir yerinde dağlarda hint keneviri ekip, uyuşturucu üretilebilmesini de anlayamıyorum.

Bu hint keneviri denen meret, üç günde yetiştirilmiyor, bunca zaman içinde görülmez mi bunun ekildiği, dikildiği, yetiştirildiği ve toplandığı mahaller?

Yol kesme eylemleri, üretilen hint kenevirinin hasat mevsiminde, güvenlik kuvvetlerinin müdahalesini önlemek için gerçekleştiriliyormuş. Peki ama, hint keneviri ekilen bölgelere geçmişte, helikopterlerle indirme yapılıp müdahale edilmedi mi? 

Hem, yol kesen militanlar, orada bir yerlerde üslenip güvenlik kuvvetlerine taş atıyorlar. Hadi sürece zarar vermesin diye silah kullanmayın, büyük bir askeri birlikle etraflarını kuşatıp yakalamak da mı mümkün olmuyor?

Nasıl bir acz söz konusu ki, günlerce yollar kapalı kalabiliyor?

Aklım almıyor.

“Fiili özerklik mi yaşıyoruz?” sorusunu sormak bana giran geliyor.

Ak Parti’ye oy veren milyonlar var, Doğu – Güneydoğu’da.

PKK-KCK her ne ise, örgütün bölgede hakimiyet kurmasını hayati bir tehdit olarak gören milyonlar var.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

İbrahim Karagül / Irak da Suriye de bölünecek!

Neden bu kadar net bir ifade kullandım?

Türkiye’nin güneyi bu yüzyıla büyük bir istikrarsızlıkla girdi. 2003 yılından beri istikrarsızlık adım adım bütün kuşağa yayılıyor, ülkelerle ilgili detaylı bölünme haritaları yayınlanıyor. Etnik ve mezhep kimliği üzerinden cepheler inşa ediliyor. Bu cepheler her geçen gün söz konusu kuşak üzerinde devletlerle boy ölçüşebilecek güce ulaşıyor. Bugünlerde Irak’ta olduğu gibi ülkeyi bölecek bir aktöre dönüşüyor.

Günübirlik olaylardan sıyrılıp on yıl geriden başlayıp on yıl geleceğe bakabilenler için Türkiye’nin güneyindeki bu istikrarsızlık kuşağında yeni devletçiklerin oluşabileceğini anlamamak mümkün değil. Sınırların değişebileceğini, Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılar yerine yeni ve daha küçük devletler kurulacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Petrol, doğalgaz ve enerji koridorları, etnik ve mezhep kimliği üzerinden yeni haritalar oluşturuyor. ‘Petrol devletçikleri’ kuruluyor. Tabi bizler bunu böyle görmeyeceğiz. Sadece ‘Kuzey Irak bağımsız mı olacak’ tartışması olayın sadece bir yönü. Irak Sünnileri ile Suriye Sünnilerini birleştiren bir devlet projesi eskiden beri vardı ve 2003 Irak işgali sonrası en hararetli tartışma konusuydu.

Irak Şam İslam Ordusu (IŞİD) örgütünün dün Musul’u ele geçirmesi, ardından Tikrit’e yönelmesi, Bağdat’a karşı Sünni Arap bölgelerinin kontrolünü ele alması, 2003 yılından beri tartışılan Sünni Arap Devleti projesinin rafa kaldırılmadığını bir kez daha gösterdi.

Bu örgütün, Suriye muhalefetine karşı Şam yönetimiyle birlikte hareket ettiğini, koordineli çalıştığını, Beşşar Esad yönetimine destek verdiğini, Suriye uçaklarının muhalif mevzileri bombalamasından hemen sonra söz konusu bölgeleri ele geçirdiğini biliyoruz.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mustafa Kutlu / Bir ben değil herkes hasta

Bıçkın minibüs şoförü arabanın ön camına bir tabela asmış. Dışarıdan bakarsanız ‘Yol verin yeşile – kavuşsun eşine’ yazıyor.

İçeriden bakarsanız, yani tabelanın arka yüzüne ‘Bir ben değil herkes hasta’ yazıyor. Bu müşteriler için bir uyarı olduğu kadar, bıçkın minibüsçünün ülkenin hastalık haritasını çıkardığını gösteriyor.

Çünkü para verdin-vermedin; durakta indin-inmedin; hızlı gittin-gitmedin, bu kadar yolcu alınır mı, hayvan vagonu mu bu, beğenmedinse indireyim taksi tut ve benzeri şoförle müşteri arasında geçen sayısız sataşma, münakaşa hatta kavgayı belgeliyor. Şoför bu tabela ile diyor ki:

– Bana hasta demeyin, siz de hastasınız.

Mübalağa yapmıyor, geçmişe nostalji ile bakmıyorum. Hastalık çok arttı çok.

Ben bir küçük taşra şehrinde büyüdüm. Mahallemizde genç-ihtiyar kimsenin hasta olduğunu hatırlamıyorum. Eceli gelen ölüyordu. Hastalık gibi ölümler de o kadar sık değildi. Hasta olanlar geleneksel tıp ile, ninelerimizin ilaçları ile iyileşiyordu. Çok top oynadığımdan dizlerimdeki yaralar eksilmez, ninem cevizi eritip yağını sürerdi. Gelip-giden yedek subay doktorları saymazsak şehirde iki doktor vardı, bu babacan adamlar her hastaya bakardı.

Şimdi etrafıma, akrabalarıma, komşularıma, arkadaşlarıma bakıyorum; hasta olmayan, ameliyat geçirmeyen kimse yok. Sade depresyonun kırk çeşidi var.

İstanbul gibi hız ve hazzın hakim olduğu insandan çok arabanın bulunduğu metropollerde hasta olmamak mümkün değil. Birinci sebep stres. Stresi yaratan o kadar unsur var ki, hangisini sayayım, siz benden iyi biliyorsunuz.

Kadim dostum Prof. Dr. Kemal Sayar ‘Yavaşlayın’, ‘Yavaşlayın’ diyor. Sevgili Kemal insanlar nasıl yavaşlasın, ihtiyar elden gitmiş, hepimiz makinanın esiri olmuşuz.

Makinalar yavaşlarsa üretim düşer. Üretim düşerse milli gelir düşer, milli gelir düşerse hükumet düşer. Kaos olur, düzen bozulur, sonu savaşa varır. İlerleme-kalkınma-refah hayal olur. İnsanlar konforunu bir yana bırak ekmeğinden olur. Bir girdabın içine düşmüş çırpınıyoruz.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Murat Yetkin / Musul’un düşmesi Kürt sorununu da derinleştirir

Musul 10 Haziran 2014 itibariyle büyük ölçüde Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) isimli radikal örgütün kontrolüne geçti. Bu örgüt, Suriye iç savaşında en vahşi terör yöntemlerini gözünü kırpmadan kullanan, yeni nesil silahlı dinci örgütlerden sayılıyor. Örgüt 2004’te ABD önderliğindeki işgale karşı, Irak’ın Sünni Arap nüfusunun çoğunlukta olduğu orta ve kuzey-batı bölgelerinde ortaya çıkmış. El-Kaide ile bağ kurmuş. Usame bin-Ladin’in 2011’de öldürülmesi ardından yerine geçen Eymen el Zehaviri, 2012’de örgütten kendisini lağvederek güçlerini Irak’ta Beşar Esad’ı devirip Suriye’de Sünni şeriata dayalı bir devlet kurmak için savaşan el-Nusra ile birleştirmesini istemiş. Ama örgüt lideri Ebu Bekir el Bağdadi örgütü dağıtmayıp el-Kaide’den ayrı yolunda gitmeye karar vermiş. 

İşte dün Irak’ın ikinci büyük şehri, Musul’u büyük ölçüde ele geçiren, Suriye’de de yine Türk sınırına yakın Halep’i ele geçirmek için savaşan IŞİD böyle bir örgüt.  IŞİD’ın bu hamlesiyle Irak’taki parçalanma ve –aslında herkesin açıkça itiraftan kaçındığı- iç savaşın tırmanması tehlikesi artmış durumda. Pek çok ülke gibi Türk Dışişleri de endişe beyan etmiş bulunuyor. Siyasi duruma ek olarak kayıp 28 kamyon şoförünün akıbeti gibi bir asayiş sorunu da var. Ama sorun bunlardan çok daha derinde. Musul, derin bir yaradır. Hani Türk siyasetinde bir ‘Savaşta kazanıp masada kaybetme’ lafazanlığı vardır ya, işte o en çok, hatta belki bir tek Musul için geçerlidir. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Murat Yetkin / Musul’un düşmesi Kürt sorununu da derinleştirir

Türkiye, Irak cephesinde yenilmemiştir. Kut’ta İngiliz birliklerine karşı kazanılan galibiyet üzerine –bizden çok dışarıda- pek çok kitap mevcut… 

Ama aşağı yukarı 88 yıl önce geçen hafta, 5 Haziran 1926’da Musul, Ankara Antlaşması ile İngiliz mandası altındaki Irak’a bırakılmıştır. Ankara, bir yıl önce 1925’te başlayan İslami nitelikteki Kürt ayaklanması arkasında İngiliz parmağı görmektedir ve Mustafa Kemal Atatürk bütün kaynakları savaşta tükenmiş genç Türkiye Cumhuriyeti’nin İngiltere ile yeni bir savaşa girip yok edilmeyle karşı karşıya kalmasından endişe etmektedir. 

Musul’un verilmesini Meclis’te sorgulayan, Türklerle Kürtlerin ayrılmaması gerektiğini savunan tek isim olan İstiklal Savaşı kahramanı Kâzım Karabekir (evet, BDP’nin ismini Ağrı’dan silmek istediği Karabekir), birkaç gün sonra kendisini Mustafa Kemal’e suikast komplosu soruşturmasından içeride bulur; İsmet İnönü’nün de kefaletiyle İstiklal Mahkemesi’nden kendisini zor kurtarır. Türk devletinin ortak hafızasında Musul sorunu, hep Kürt sorununun kaynaklarından biri olarak yer tutar. O yüzden derin bir yaradır. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ergün Diler / Bayrak!

Gezi olaylarının yıldönümü gelip kapıya dayandığında çok yakın dostlarımızla konuşurken benim de fikrimi almak isteyenler oldu! Geride kalan bir yılda neler olduğunu düşündüm…

Karşımızdaki adamların kafasının nasıl çalıştığını bildiğim için GEZİ benim için çok bir şey ifade etmiyordu. Daha önce söylediğim gibi aynı suda iki kere yıkanmazlardı!

Başka bir şey yapmaları gerekiyordu! Onlar gibi ben de vakit ayırıp “NE OLABİLİR?” sorusuna cevap aradım! Tek adres vardı! O da Güneydoğu idi… Zaten bunun için çok fazla işaret verilmişti! Dünya basınına baktığınızda ve paralel yapı ile ilgili yazılanları altalta koyduğunuzda BARIŞI İSTEMEYEN GÜÇLERİ çok rahat görüyordunuz!

Galiba 5 Haziran’dı!

Yani birkaç gün önce! Burada PARALEL YAPI’nın dışarıyla ilişkisini kuran ve yöneten Süleyman Hamit Müftigil’in sözlerini hatırlatmıştım… Müftigil şunları söylüyordu: ABD’de yapılan Kürt Kongresi’ni İsrail destekliyor. Bu kongre sonrası İmralı (Öcalan) bertaraf edilecek, artık tekrar silahlı ve çatışmalı bir dönem geliyor. Barzani de bertaraf edilecek, Erdoğan da…

Müftigil, çok önemli bir İSİMLE üç kez üst üste görüştüğünü kaydedip karşısındaki muhatabına büyük gururla “Dünyada bunu gerçekleştirebilecek benim dışımda biri var mı?” diye soruyordu …

Yani Güneydoğu’daki suskunluğun bozulacağının en büyük işaretini o veriyordu!

Çünkü Müftigiller, 17 Aralık’tan sonra “Ne hükümet kalacak ne de Erdoğan!” diye düşünüyor ve plan yapıyordu!

Erdoğan gidince de BARIŞIN esamesi okunmayacaktı!

Büyük hedef buydu! Türk-Kürt kardeşliği engellenecek, savaş geri gelecek ve kan akacaktı! Bu toprakların çocukları, anaları, babaları yine ağlayacaktı!

Gözyaşı dinmeyecekti! İstenilen buydu! İşte şimdi geliyorlar! Gelmeye çabalıyorlar…

Diyarbakır 2. Hava Kuvvet Komutanlığı’ndaki TÜRK BAYRAĞI’nın kendini bilmez biri tarafından indirilmesi karşı taraf için atılacak en provokatif ve en anlamlı adımdı! BARIŞI SİLMEK isteyecek olanların geleceği en hassas ve en kutsal yer BAYRAK’tı!

Asker ne kadar sağduyulu davransa da, konu indirilen BAYRAK olduğu için içeride hem hükümete hem Özel Paşa’ya saldırılar başlayacaktı!

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / Bu süreçte kim tasfiye olacak?

Barışı savunanların sükunetlerini kaybetmesine gerek yok!

Galiba bazıları “barış” deyince “toplumsal Nirvana” veya “şipşak huzur” gibi bir şey anlıyor.

Oysa önümüzdeki görev “barış yapmak” gibi gayet somut ve zorlu bir çabadır.

35 yıllık çatışma ortamından ağır ağır çatışmasızlığa; keskin bir anlaşmazlıktan ağır ağır uzlaşmaya geçmeye çalışıyoruz.

Elbette kolay olmayacak.

Bazıları da var ki, sorarsan “barış yanlısıyım” der fakat haince bir dudak büküşle siyasal ve ruhsal bozgunculuklarını gözlerden saklayamıyor.

Millet Lice’de olup bitenlere timsah gözyaşları dökenlerle hakikaten üzülenleri ayırt edemiyor sanan fena yanılır.

Hiç kuşkunuz olmasın, bu sürece taş koyan siyasal aktörler sürecin kendi içinde çözülüp gidecekler.

Nasıl mı?

Bunu anlayabilmek için belki geçen yıla; 2013 nevroz kutlamasına dönüp baştan ve hızlı bir “okuma” yapmak gerekecek. 

Öcalan’ın geçen yıl nevroz’da okunan ve süreç için hayati önemdeki mektubunda şöyle bir cümle vardı: “Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır; bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadele başlatmaktır.”

Ne Kandil, ne KCK, ne de BDP bu cümleyi içine sindiremedi. Ulusal medya ve siyaset kesimi de buradaki asıl dikkat çekici noktayı görmezden geldi.

Öcalan sadece silahlı mücadeleden siyasi mücadeleye geçişi değil, “farklı bir mücadele”yi vurguluyordu.

Üstelik “farklı”lığa dair ipuçları da veriyordu: “Türk halkı bilmeli ki, Kürtlerle bin yıla yakın İslam Bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır.”

Yani Öcalan “kardeşlik hukuku”nu dini ve kadim bir zemine oturtmuş ve bu hukuku bozanın “çok dar bir iktidar eliti” olduğunu belirtmişti.

Ona bağlı olanlar için altüst edici bir çıkıştı bu.

Dahası, alışık olunduğu üzere “Kürtlerin kurtuluş savaşı”ndan değil, “yakın tarihte Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı’nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevinin” bugün yaşandığını açıklamıştı. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Melih Altınok / Ya içindesin barış çemberinin ya da dışında…

Bir gencin Hava Kuvvetleri üssünün dikenli tellerini geçip, bayrak direğine tırmanmasının ve bayrağı indirip gerisin geriye sağ salim dikenli telleri aşmasının spontane bir hareket olduğuna kargalar bile güler. Üstelik Ekrem Dumanlı’nın bile adına methiyeler düzdüğü bu “onurlu isyandaki” provokasyon, tıpkı Gezi’de olduğu gibi ekonomik göstergelerin ve Çözüm Süreci’nin ivme kazandığı bir döneme denk gelmişse katılarak…

Hepimiz biliyoruz ki o piyon o direğe çıkartılmadan “işte vurulma anı” spotları çoktan atılmıştı. Üstelik askerin sağduyulu davranması “tehlikesi” de sorun değildi. Zira gencin direkten sağ olarak toprağa ayak basması da şimdi olduğu gibi “PKK’ya verilen tavizin” delili olarak gösterilecekti.

Bereket üç beş Cemaat trolü ve çatı adaylığı müzakerelerinde olmadık kapıları çalarak çizdirdiği karizmasını onarma derdine düşen Bahçeli’nin, Kılıçdaroğlu’nun kışkırtmaları karşılık bulmuyor. İstedikleri kadar bağrışsınlar hatta yanlarına Fatih Portakal türünden b sınıfı pop figürleri de katsınlar, beceremeyecekler.

Çünkü tarihimizde ilk defa toplumsal dinamiklerle bir dönüşüm sürecini tartışıyoruz, şekillendiriyoruz. Sahibinin halk olduğu bu “işin” içinde ne siyaset dışı vesayet kurumları var ne de “yabancılar.”

Bu yüzden 15 ayını dolduran Çözüm Süreci, kör gözüm parmağına provokasyonlarla kesintiye uğratılamıyor. Halk sürecin şekillendirilmesinde ve devam ettirilmesinde asli unsur olduğu için ancak dayatmalar söz konusu olunca etkili olabilecek kışkırtmaları şimdi kendi iradesine yönelmiş birer tehdit olarak görüp elinin tersiyle itiyor. Üstelik her seferinde ve dönem dönem kalibre edilmezlerse savrulmaları işten bile olmayan aydınlarımızın histeri krizlerine rağmen.

Yani halkın bu sağlıklı duruşu rastlantı değil, içselleştirilmiş bir tavrın ürünü. Geçen yıl bu zamanlar başlayan ve eski Türkiye’nin defacto karanlığına astral seyahatten başka bir anlama gelmeyen Gezi’yi nasıl boşa çıkarttıklarını gördük. En aklıselimlerimiz “ama benim oğlum kızım da gaz yedi” feryatlarıyla daldan dala gezerken onlar sağduyunun resmini çizdiler. Kimi aklıevvellerin “haysiyet ayaklanması” dediği şımarıklığın, niçin Türkiye’nin en çok ihtiyaç duyduğu günlerde, mesela 90’larda değil de şimdi başladığını sorguladılar. Gezi’nin, Türkiye ekonomisinin en iyi dönemini yaşadığı,  ülkeye katma değer sağlayacak dev projelerin açıklandığı, 30 yıllık savaşın bitmesine dair ilk kez devletin ve Öcalan’ın takdire şayan bir kararlılık sergilediği 2013 Mayıs’ına denk gelmesinin hikmetini kavradılar.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Kurtuluş tayiz / Öcalan resti gördü: Aradan çekilmiyorum

Türkiye, çözüm sürecinin başladığı günden beri bir gerilim döngüsünü yaşıyor.  Bu sürecin son halkası da Lice oldu. İki göstericinin hayatını kaybettiği olaylar bayrak provokasyonuyla zirve yaparak ülkenin en ateşli gündemine dönüştü. Çözüm sürecinin bozulacağı, çatışmaların yeniden başlayacağı endişelerine neden oldu.  

Lice’de yaşananları bir grup aktivistin “Kalekol” yapılmasına itirazı ve devletin bu olaylara silahla tepki göstermesi biçiminde okumak en kolay yol olur. Lice’deki olayların gelişmesinde Kandil’in çözüm sürecine ilişkin yeni yaklaşımının etkili olduğunu söylemek gerekiyor. Lice’de veya örgütün etkin olduğu herhangi bir yerleşim yerinde Kandil’den habersiz ve kendiliğinden birtakım protestolar gelişebilir. Hatta devletle çatışma da çıkabilir. Fakat bu olayların Kandil’den habersiz sürmesi ve örgütün stratejik düzeydeki politikalarını tehdit edecek noktaya varması pek mümkün değil. Burada Kandil’in Lice’deki olayları başlatmamış dahi olsa sonuna kadar destek sunarak sürmesini teşvik ettiği rahatlıkla söylenebilir.  

Burada akla Kandil’in Lice’deki olayların büyümesini ve çatışmaya dönüşmesini neden desteklediği sorusu geliyor. Kandil’deki örgüt yöneticileri çözüm sürecini bozmak için mi bu olayları tırmandırdı? Çözüm sürecinde ikinci aşamaya girilmesini dolaylı yoldan engellemek mi istiyorlar? Öcalan’ın sürecin ikinci aşamaya geçmesinden duyduğu memnuniyeti yansıttığı ve Lice’deki olayların provokasyona dönüşmemesini istediği mesajının ardından Kandil neden olaylara müdahale ederek yatıştırıcı olamadı? 

Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Benim aklımı meşgul eden en önemli soru, Kandil’in neden çözüm sürecinin tıkandığını iddia ettiği günlerde (3 veya 5 ay önce) değil de, çözüm sürecinde ikinci aşamaya geçildiği sırada gerilimi tırmandırmaya gerek duyduğu sorusu. PKK kaynaklı şiddet olayları neden çözüm sürecinde ikinci aşamaya geçildiği sırada birdenbire tavan yaptı? Öcalan’ın “tarihi aşamadayız” dediği bir sırada bu gerilimi körüklemenin, halkı isyana, gençleri ise dağa çağırmanın ve askere yönelik silahlı saldırılarda bulunmanın nedeni nedir?  

Yazının devamını okumak için tıklayın…