27 Mayıs neye işaret ediyor?

Medya
Ali Bayramoğlu, Markar Eseyan, Abdulkadir Selvi, Mustafa Kutlu, Beril Dedeoğlu, Hakan Albayrak, Ahmet Taşgetiren, Engin Ardıç, Haşmet Babaoğlu, Sait Gürsoy, Mehmet Barlas ve Hasan Bülent Kahraman...
EMOJİLE

Ali Bayramoğlu, Markar Eseyan, Abdulkadir Selvi, Mustafa Kutlu, Beril Dedeoğlu, Hakan Albayrak, Ahmet Taşgetiren, Engin Ardıç, Haşmet Babaoğlu, Sait Gürsoy, Mehmet Barlas ve Hasan Bülent Kahraman gündemdeki konuları değerlendirdiler.

Ali Bayramoğlu / 27 Mayıs neye işaret ediyor?

Yaşananlara ve konjonktüre bakınca 27 Mayıs ikinci bir yazıyı hak ediyor.

Dün askeri darbeler ve elitist nefretler açısından sosyal dokudaki sürekliliğin, dünden bugüne eksilmeyen, ancak çeşitli biçimler alan sınıfsal bir öfkenin altını çizmiştik.

27 Mayıs’ın en önemli özelliği, seçkin düzenin ve siyaset üzerindeki askeri denetimin mutlaklaşması, bu çerçevede kurumsal ve anayasal düzeyde ve düzende askeri vesayet düzeni başlatmış olmasıydı.

27 Mayıs 1960 İhtilali ile asker-sivil ilişkilerinde iki önemli gelişme olmuştur.

İlk önemli gelişme, askerî otoritenin Millî Savunma Bakanlığı’ndan koparılarak başbakana bağlanması, ona karşı sorumlu tutulmasıydı. (O noktaya hala dönebilmiş değiliz). Bu sorumluluk mekanizması ise tümüyle kağıt üzerinde kalmıştır.

İkinci önemli gelişme, Millî Güvenlik Kurulu’nun (MGK) oluşturulması ve bir anayasal organ hâline gelmesiydi.

1961 Anayasası, hükümete tavsiye kurulu haline getirilen MGK üyeleri arasına başbakanı, devlet bakanlarını, başbakan yardımcılarını, Millî Savunma, İçişleri, Maliye, Ulaştırma ve Çalışma bakanları ile Genelkurmay başkanı, hava, deniz ve kara kuvvetleri temsilcilerini yerleştirmiş, asker-sivil karması bir yapı ortaya çıkarmıştı.

27 Mayıs ihtilalcilerinden Millî Birlik Komitesi üyesi ve tabii senatör Haydar Tunçkanat’ın bu konudaki görüşleri, bu durumun aslında bir niyete tekabül ettiğini net olarak ifade eder:

‘Komite, oy çoğunluğu ile iktidara gelecek olan siyasî partilerin yeni anayasamızda kurulacak ikinci cumhuriyeti de dejenere edip yeni bir ihtilale sebeb olmalarını önlemek için, yeni Anayasa ile Millî Güvenlik Kurulu’nu bir tedbir olarak getirmiş ve vazifelerini de açık seçik belirterek Cumhurbaşkanı ve Kurulun asker üyelerini de millî güvenliğimizi ilgilendiren her türlü problemde temel görüşlerini bu kurulda bildirmekle, hem görevli hem sorumlu kılmıştır…’

Böylece ciddi bir eşik atlamakta millî savunma anlayışından millî güvenlik anlayışına geçilmektedir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mustafa Kutlu / Miraciye

Bursa İlahiyat Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Mustafa Kara tasavvuf konusunda çok kitaplar yayımladı. Cenab-ı Hak ömrünü uzun etsin daha da yayımlasın. Son olarak Bursa Vakıflar Bölge Müdürlüğü yayımları arasında kendi küçük mânası büyük bir eseri çıktı: ‘Miraciyye ve Bursalı Safiye Hanım Vakfiyesi’.

Miraciyye, Hz. Peygamber’in ‘Mirac’ını anlatan şiirlere verilen isimdir. Zamanında tıpkı Mevlid gibi okunurdu. Metni kadar bestesi de önemlidir. En tanınmış ve okunmuş olanı Mevlevî Nâyî Osman Dede’nin hem güftesini hem bestesini yaptığı eserdir. Kitapta bu şiirin tam metni verilmektedir.

Safiye Hanım’ın damadı Mustafa Rakım Efendi ile beraber hazırladıkları vakfiyeye göre (1888) her yıl Miraç Kandilinin olduğu günün ikindi namazından sonra Nâyî Osman Dede’nin Miraciyye’si Bursa Mahkeme Camii’nde okunmaktadır. 126 yıldır bu gelenek devam ediyor.

Miraciyye okunduktan sonra ilginç bir gelenek de cemaata şekerli süt ikramıdır. Bu geleneğin dayanağı Sahih-i Müslim’deki bir hadistir. Buna göre Hz. Peygamber Miraç gecesi Kudüs’te iken kendilerine biri şarap öteki süt dolu iki kadeh takdim edildi, Hz. Peygamber süt dolu olanı aldı.

Burada 1828’de İstanbul’da doğup Mevlevî-Nakşî-Hâlidî tarikatlarından el almış olan Aşçı İbrahim Dede’nin kaleme aldığı hatıralarından (Bu hatırat Mustafa Koç-Eyüp Tanrıverdi tarafından yayımlandı. 4 cilt. 2006)

Erzincn’da iken Miraciyye okumasına dair bölümü okurlarla paylaşmak istiyorum:

‘Cümlenin malûmu olduğu üzere leyle-i Mi’râc’da Dersaadet tekkelerinde mevlûd-ı şerîf gibi, Mirâciyye kıraat olunur. Erzincan’da o tarihe kadar kimse tarafından böyle Mirâciyye kıraati âdet olunmamış idi. O sene-i mübârekede fakir Mirâciyye kıraatini icra ettim. Leyle-i mezkûreden bir gün evvel bir haylice süt tedarik ettim. O gece ne kadar me’mûrîn-i askeriyye ve mülkiye var ise cümlesi davet olundu. Ancak taam âdet olmadığından herkes ba’de’t-ta’âm yatsıdan evvelce dergâh-ı şerîfe geldiler.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Markar Esayan / Nilüfer Göle, totem ve çekirgeler

Prof. Nilüfer Göle, benim de ilgilendiğim İslam, Batı ve modernite konusunda çalışan bir akademisyen. Batı kibrinin arkasındaki karanlık yüzü, ırkçılığı, her kültürün kendi özgün değeri ile kıyaslanamaz olduğunu savunan bir sosyolog. Batı’ya derinlikli eleştiriler getirebilmiş, Türkiye’yi de kısa zaman öncesine kadar kendi kulübünün ezberleri dışında okuyabilmiş bir aydının görüşleri önemlidir.

Gezi krizi esnasında yaptığı ‘AK Parti yobazlığa geri döndü’ veya ‘Taksim (Birey), Kazlıçeşme (cemaat) analojileri bana eforik ve amatörce gelmişti. T24’ün yayın çizgisi ile Hasan Cemal ‘stiline’ çok yakın düşmüştü ve bence Göle kendisi adına talihsiz bir pozisyon almıştı. Ancak Gezi’de o kadar çok kendisine jilet atan aydın olmuştu ki, bunun konjonktürel bir durum ve geçici bir 1968 sanrısı olabileceğini düşünmüştüm.

Göle’nin Hürriyet’ten Cansu Çamlıbel’e geçen pazartesi verdiği söyleşiyi de bu merakla okudum. Gezi sürecinde tesbitlerini kitabımda ve köşemde eleştirmiştim. Başkaları da eleştirdi. Bakın o eleştiriler hakkında nasıl değerlendirmelerde bulunmuş Göle:

‘Tekme atan müşavir gibi Gezi’den sonra ortaya müşavir yazarlar çıktı. İki tane sosyolojik yazı yazıldı diye onu bunu köşelerinden tekmelemeye başladılar. İktidarları eleştiriliyor diye herkes çapulcu, darbeci, sömürgeci aydın, karşı devrimci, terörist Alevi ilan edildi’

Bu savruk ve tahammülsüz genel tavrın Göle’ye sirayet etmesi çok üzücü. Açıkçası Göle’nin yazıları sosyolojik değil, partizanca yazılardı ve bilimsel orijinallik taşımıyordu. Tesbitleri ve çıkarımları çoğunluk yanlıştı ki, öyle olmasa bile bir eleştiri karşısında aniden ‘jiletçi aydın’ çizgisine inmek bir akademisyene yakışmıyordu. En azından modernin içinden konuşan ve haliyle objektivite ve nesnelliğe inanan kişiler için bir çelişkiydi.

Hoş, ben nesnelliğe inanmam, samimiyet ve dürüstlüğe inanırım. Bu ayrı bir tartışma konusu…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Abdülkadir Selvi / Dinlenilmek nasıl bir duygu

İlk sırada Huvzullah Gültekin yer alıyor.

Huvzullah Gültekin kim mi?

Necmettin Erbakan.

Bildiğimiz Erbakan Hoca. Milli Görüş’ün lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin 54’üncü Hükümeti’nin Başbakanı.

28 Şubat sürecinin çileli Başbakanı’nı 27 Şubat 2011 tarihinde İstanbul’da Fatih Camii’nde cenaze namazını kılarak ahirete uğurlamıştık.

Mekanı cennet olsun.

Erbakan Hoca’yı Huvzullah Gültekin adına çıkarılan 09.07.2009 tarih ve 4472 sayılı kararla dinlemişler.

Dinleme kararı, yaşasaydı Erbakan Hoca’yı üzerdi. Ama asıl hangi kapsamda dinlenildiğini öğrense eminim kahrolurdu.

Darbelerle mağdur edilse, partisi kapatılıp, kendisi cezaevlerine atılsa, siyasetten men edilse dahi devleti aleyhine tek bir söz söylemeyen bu muhterem Başbakanı, ‘Terör’ gerekçesiyle dinlemişler.

Erbakan Hoca’nın parti kurduğunu bilirdik ama terör örgütü kurup yönettiğinden haberimiz yoktu!

Özkan Şahin

Özkan Şahin kim?

TBMM eski Başkanı Hüsamettin Cindoruk.

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Vekilliği görevini üstlenen Cindoruk’u, 28.05.2009 tarih ve 3661 sayılı kararla dinlemişler.

Onun dinleme hanesinin karşılığında da, ‘Terör’ yazıyor.

Aylin Cesur’un suçu ise daha büyük.

Demirel’in özel doktorunu organize suç örgütüne sokmuşlar.

Tahir Erdem Öztürk üzerinden dinlemişler.

Liste böyle uzayıp gidiyor.

Gazeteci Akif Beki var. Onu Ertuğrul Özkök takip ediyor.

Akif Beki’yi organize suç örgütü kapsamında, Ertuğrul Özkök’ü ise uyuşturucuyla ilgili bir karar çıkarmak suretiyle dinlemişler.

Arzuhan Yalçın Doğan’ı, (x) şahıs koduyla dinlemişler, İBDA-C örgütü kapsamında. Arzuhan Yalçın Doğan’ın TÜSİAD Başkanı olduğunu biliyordum da İBDA-C’li olduğundan haberim yoktu. Meğer Salih Mirzabeyoğlu değil, Arzuhan Hanım’mış İBDA-C’nin lideri.

Sonra ilginç bir şekilde Savunma Sanayii’nden üst düzey yöneticiler devreye giriyor.

Savunma Sanayii Müsteşarlığı’ndan Aselsan’a, Havelsan’dan İnsansız Hava Araçları Proje Müdürlüğü’ne kadar uzanan stratejik dinleme listesi…

Tam bunların arasına sıkıştırılmış bir isim.

Tuğçe Kazaz.

Ünlü mankenimiz.

Organize suç örgütü kapsamında dinlenilmiş Tuğçe Kazaz.

Ünlü gazeteci Fikret Bila da var. Rasim Tabur adı üzerinden, terör örgütü kapsamında dinlenilmiş.

MHP Milletvekili Koray Aydın’ı terör örgütü kapsamında dinlemişler ama asıl ilginç olanı CHP’li Yılmaz Ateş.

Yılmaz Ateş’i, İBDA-C’den dinlemişler. 2008 yılında Alper Güneş ismiyle alınan 3 ayrı dinleme kararı kapsamında.

Listeyi daha fazla uzatmak istemiyorum.

Can sıkıcı bir şey.

Birbirine benzemez insanları, uzaktan yakından alakaları olmayan örgütlere sokmuşlar, kimini uyuşturucudan, kimini terörden, kimini İBDA-C’den dinlemişler.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hakan Albayrak / Açık mektuplar

Almanlara açık mektup:

Hayretler içindeyim. Tarihinde ilk kez bir süper güç liderini ağırlayan demokrasi acemisi küçük bir Üçüncü Dünya ülkesi gibi eliniz ayağınıza dolandı. Başbakan Erdoğan’ın Köln ziyareti resmen dağıttı sizi. Dediniz ki: Seçim propagandasını buraya taşıyarak Almanya’nın huzurunu bozuyor; karşıt görüşlü Türkleri mobilize edip nümayişlere yol açıyor; polise 1 milyon avroluk ilave masraf çıkartıyor vs, vs, vs… Sanki Alman partileri Washington veya Mallorca’da hiç seçim propagandası yapmamışlar gibi.

Sanki karşıt görüşlü Almanlar Dresden bombardımanının yıldönümünde filan hiç mobilize olup nümayişler tertiplememişler gibi. Demokraside bundan daha tabii bir şey olabilir mi? Vergi mükelleflerinin sırtına binen 1 milyon avroluk ilave yüke gelince: Altından kalkamayacaksanız biz Erdoğancılar aramızda toplayıp karşılayalım masrafınızı. Erdoğan’ın ziyaretinden sonra dediklerinize de hayret ediyorum.

Erdoğan karşıtlarının protesto gösterisinde hiç hadise çıkmamış, polis cop ve biber gazı kullanmamış, kimse ölmemiş ve yaralanmamış; işte Almanya ve Türkiye arasındaki farkmış; bu da Erdoğan’a ders olsunmuş; demokrasi işte böyle bir şeymiş! Pardon; Köln’de toplanan Erdoğan karşıtları polisi molotof kokteylleriyle yakmaya kalktılar mı? Yaralı taşıyan ambulans araçlarını taşladılar mı? Belediye otobüslerine saldırdılar mı? Kamu binalarına hücum ettiler mi? Esnafın işine gücüne mani oldular mı? Köln’ün göbeğini günlerce işgal ettiler mi? Bunları yapsalardı Alman polisi şiddetle müdahale etmeyecek miydi?

Daha şundan birkaç ay evvel Hamburg’un bazı bölgelerinde sıkı yönetim ilan eden polis Türk polisi miydi? Köln’deki o izinli ve barışçıl gösteriyle Okmeydanı’ndaki şiddet gösterilerini nasıl aynı kefeye koyarsınız? Alevi Dernekleri Federasyonu İstanbul’daki miting alanlarından birinde barışçıl bir protesto gösterisi yapmış da kan mı akmış? Televizyonlara çıkartıp Erdoğan’a diktatör dedirttiğiniz adamların Türkiye’deki bütün askeri darbeleri destekleyen ve tek parti diktatörlüğünü hasretle anan kimseler olduğunu, Erdoğan’ın ise askerî darbelerle ve tek parti diktatörlüğü kalıntılarıyla hesaplaştığını da hatırlatmak isterim.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Beril Dedeoğlu / Papa’nın Filistin ziyareti

“İsrail’in var olma ve uluslararası olarak sınırlarının tanınma hakkı olduğu gibi Filistin halkının da tanınmış ve özgürce yaşayacağı bir vatana sahip olma hakkı var.” Bu sözler, geçtiğimiz hafta üç günlük Filistin-İsrail gezisi yapan Papa Francis’e ait.

Ziyaretin bir nedeni, bundan 50 yıl önce Papa 6. Paul ile Kudüs’teki, o zamanki adıyla Konstantinopol Ortadoks Patriği Atenagoras ile bir araya gelişlerini anmak. Bu tören için seçilen yer ise içinde kilise ve manastırların bulunduğu önemli bir merkez. Kıyame Kilisesi olarak bilinen bu yapının üst tarafında Sultan Manastırı bulunuyor ve II. Abdülhamit’in imarına katkı verdiği bu dini merkez, yüzyıllardır Müslüman bir ailenin gözetiminde.

Papa Francis, Kudüs’ü ziyaret eden dördüncü Papa. 6. Paul’den sonra yapılan ziyaretlerin hepsi de 2000 yılından sonra olmuş. Ancak hiçbir Papa daha önce Filistin’i ziyaret etmemiş. Üstelik Papa’nın bölgeye yaptığı ziyareti İsrail değil Filistin’den başlattığını, Ürdün’den Batı Şeria’ya geçtiğini; sonra Tel Aviv ve Kudüs’e gittiğini de belirtmek gerekir. Ürdün’deki Filistin mülteci kampını gezen Papa, İsrail’in Batı Şeria’da yaptığı beton duvarda da, muhtemelen kalksın diye, dua etti.

Ziyaretin ilk amacının Katolik dünya ile Ortodoks dünyayı yakınlaştırmak olduğu oldukça açık. Ancak bu çerçevede biraz netameli bir konuya da dikkat çekmek gerekir. Söz konusu yakınlaşma çabasının Müslüman ya da Yahudilere karşı olmadığını göstermek için Kudüs’e, Filistin’e giden Papa, bu tavrıyla sanki Protestanları işbirliği girişimlerinin dışında görmek istediğini ima etmiş gibi.

Konunun dini ve tarihsel boyutları, bu şekilde davranmasını gerektirebilir. Ancak Papa’nın sadece dini değil aynı zamanda siyasi kimliği olduğu da düşünülürse, her manevi davranışın siyasi bir anlam taşıdığı düşünülebilir.

Papa’nın ziyaretinde dini temsilciler dışındaki muhatapları, doğrudan Filistin ve İsrail’in siyasi liderleri oldu. Filistin tarafından Abbas, İsrail tarafından da Şimon Peres ile yani her iki tarafın cumhurbaşkanları ile görüştü. Görüşmenin konusu doğal olarak Filistin sorunu idi ve Papa çok açık biçimde Filistin devletinin varlık sürdürecek biçimde var olması gerektiğini belirtti. Ayrıca, bunca zamandır yapılan görüşmelerden sonuç alınamamasını talihsizlik olarak nitelendirdi.

Söz konusu niteleme, esasen bugüne kadar araya giren oyuncuların çözümsüzlük ürettiklerini ima etmesiydi. Ancak bundan ötesi olduğu düşünülebilir. Bilindiği gibi Obama yönetimi ile İsrail hükümeti arasında uzun zamandır gerilim bulunuyor, ABD’nin Filistin konusunda İsrail’i geri adım atmaya zorlaması anlaşmazlık konusu oluyor.

Papa, iki ülke cumhurbaşkanını Vatikan’a davet ederek kendisinin yeni arabulucu olabileceğini ima etmiş oluyor. Bu arada hatırlatalım Papa, daha çok “Avrupa”yı temsil ediyor, Ortodoks dünyasıyla, özellikle de İstanbul merkezli olanıyla yakınlaşma adımı atarak temsiliyet alanını daha da genişletiyor. Söz konusu girişim, Filistin-İsrail sorunun çözümünde ABD arabuluculuğunu, özellikle de Obama’nın girişimlerini bir miktar by-pass’lama arayışı olarak görülebilir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ahmet Taşgetiren / Avrupa’nın akrebi

Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde, ırkçı – yabancı düşmanı siyasi hareketlerin İngiltere, Fransa, Almanya gibi AB’nin omurgası niteliğindeki ülkelerde sıçrayış göstermesi, belirgin bir travma oluşturmuş görünüyor. 

Ancak, AB çevrelerinin, bu gelişmeyi gerçek boyutlarında değerlendirdiklerini söylemek mümkün görünmüyor.

Hadise, AB’nin aday ülkeler için çok titizlenir gözüktüğü “AB normları”nın bizatihi Birliğin kendi bünyesinde çürüme emareleri gösterdiği anlamına geliyor.

Böyle bir durum, geçmişte, Avusturya’da ırkçı partinin lideri Jörg Heider’in hükümet kuracak ölçüde başarı kazanmasında yaşandı, AB patronlarının baskısıyla Heider’e hükümet kurdurtulmayarak işin içinden çıkıldı.  

Fransa’da Ulusal Cephe (FN) yüzde 25, İngiltere’de Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKİP) yüzde 28, Danimarka’da Danimarka Halk Partisi (DF) yüzde 26.6 oy aldı. Bu partiler yarın Hükümet ortağı olsalar ya da iktidarı alacak oya ulaşsalar, Fransa, İngiltere ya da Danimarka yine de AB normlarını uygulayan ülke diye nitelenebilecek mi? Ya da AB merkez iradesi, bu ülkelerde Avusturya’da Heider’e uyguladığına benzer bir yaptırımı uygulayabilecek mi?

Belli ki Avrupa toplumlarında yaygınlık emareleri gösteren, “yabancı alerjisi” yoğun olarak İslam karşıtı bir öz taşıyor. Bunun literatürdeki adı “İslamofobi”dir. Belki önceleri anti-semit karakter arzediyordu yabancı düşmanlığı, şimdilerde anti-semitizm başat olarak anti-İslam hale gelmiş durumda.

Brüksel’de yapılan Avrupa Müslümanları Buluşması’nda, farklı ülkelerden gelen temsilcilerin ortak şikayeti, yıllar önce o ülkenin vatandaşlığına geçilmiş olsa dahi, Müslüman iseniz “Göçmen”likten kurtulamamış olduğunuz ve dışlandığınız hususu idi. Avrupa, Müslümanlara karşı “Çok kültürlülük” sınavında pek başarılı görünmüyordu. Şikayet edilen hususlardan biri de “Avrupalı Müslüman” gerçeğini kabule yanaşmayıp “Hristiyanlık standardı”nda bir İslam tanımına yönelindiği idi.

Şu söylenebilir ki, “Aşırı sağ” diye nitelenen Avrupa damarı, geneldeki yönelişin aşırılaşmasından başka bir şey değildir. Geneldeki yöneliş de “Müslüman gerçekliği”nin kabulü yerine “Yeniden tanımlanmış İslam ve Müslüman” çizgisidir.

Şimdi burada ilginç bir tespite yer vereceğim:

Avrupa aşırı sağında en hard ölçülerde bulunan, liberal Avrupa’da bile belli dozlarda görülegelen bu “Yeniden tanımlama” hadisesi, bizde “Tek parti” döneminin Jakoben karakteri ile birebir eşleşen bir olgudur. Bizde de Tek Parti yönetimi İslam’ı ve Müslümanı yeniden tanımlamaya yönelmiş, bunu 27 yıl süreyle devlet politikası olarak uygulamıştır. Türkiye, 64 yıldan beri, bu sendromu aşmaya çalışıyor, ancak hala, Tek Parti sendromunu ete kemiğe büründürmüş siyasal – kültürel alandan salvoların devreye girmesine tanık olunabiliyor. Ben buna “Yerli İslamofobi” diyorum. Avrupa’nın Türkiye’de bu “Yerli İslamofobi”yi sevdiğini düşünmek de yanlış olmaz. 

Avrupa genelinin, mesela Merkel’in, Hollande’ın, Cameron’un şu anda kendi kendisine sorması gereken soru şudur:

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / Bana her şey Nasrettin Hoca’yı hatırlatıyor

Nasrettin Hoca yaşlanmış, şişmanlamış, hareketleri yavaşlamış… Bir gün kapısının önünde eşeğinin sırtına binmek için çabalıyormuş ama bir türlü başaramıyormuş. Bacağını kaldırmaya çalışırken eşek huysuzlanıyor, Hoca’yı başı ile itiyor ve işi daha da zorlaştırıyormuş.

Bu durumu izleyen mahallenin çocukları kahkahalar atmaya, Nasrettin Hoca ile alay etmeye başlamışlar. Bu tablo Hoca’yı tabii ki üzmüş… Şöyle bir iç geçirmiş ve çocukların da duyabileceği yüksek sesle “Ah Hoca, nerede o eski güçlü ve çevik günlerin” diyerek, görüntüyü kurtarmaya çalışmış…

Sonra ancak kendisinin duyabileceği şekilde “Ulan ben senin gençliğini de bilirim” diye mırıldanmış…

“Nerede o eski günler” tekerlemesiyle Türkiye’nin bugününü, demokrasisini, seçilmişlerini ve onları seçen halkı aşağılayan, hakaret etmeyi düşünce özgürlüğünün ve molotof kokteylli sokak eylemlerini demokratik katılımın yansımaları olarak sunanların eski bayram günlerinden biri olan “27 Mayıs” da geride kaldı…

Ah o eski güzel günler 

Acaba bunlar Nasrettin Hoca’nın kendi vicdanına karşı seslendirdiği medeni cesaretin benzerini seslendirmeyi hiç denediler mi?

Başbakanların “70 sente muhtacız” diyerek ekonomik durumu kamuoyuna sundukları…

Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın Cumhurbaşkanına darbe yaptıkları… Kürtlerin yok sayıldıkları, Ermeni Tehciri’nin mimarlarının “Hürriyet Şehitleri” olarak kabul edildikleri… Ancak Hitler Almanyası’na uyumlu “Varlık Vergisi”nin, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarının, İstanbullu Rumları hedef alan 1955’in “6-7 Eylül Pogromu”nun sahnelendiği Türkiye’de bugün “Ah nerede o eski güzel günler” diyenlerin, arada bir “Ulan ben senin eski günlerini de bilirim” diyerek hiç olmazsa kendi kendilerine mırıldanmaları gerekmez mi?

Yine Nasrettin Hoca 

Veya Nobel aldığı için hedef gösterilen Orhan Pamuk’un Ermenilerden özür dileyebilen Başbakan Tayyip Erdoğan’ı kutlamasını beklemez miydiniz? Ya da Yılmaz Güney’in Cannes’da Altın Palmiye alan “Yol” filminin gösteriminin, o eski Türkiye’de kaç yıl yasaklı olduğunu hatırlamıyor musunuz?

“Ah nerede o eski günler” diyerek Türkiye’nin bugününü, demokrasisini, seçilmişlerini ve onları seçen halkı aşağılayan, hakaret etmeyi düşünce özgürlüğünün ve molotof kokteylli sokak eylemlerini de demokratik katılımın yansımaları olarak sunanlara bakarken, aklıma hep Nasrettin Hoca’nın fıkraları geliyor nedense.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Engin Ardıç / N’ooldu sizin occupation?

Taksim Dayanışması diye bir grup varmış, platform, sivil toplum kuruluşu, ya da neyse işte.

Var var, “Bağdat Caddesi Platformu” bile var, Divan Pub’da ucuza bir çay içip dört saat oturan, arkadaşlarıyla buluşup çene çalan ve Tayyip’i çekiştiren emeklilerden oluşuyor. (Garsonlar bunlardan yaka silkiyorlar, çünkü doğru dürüst bahşiş de çıkmıyor.)

Taksim bilmemnesi, muhalif basının bazı çemişlerinde heyecanlar yaratıyor. Küçük burjuvaları ayaklanmaya kışkırtmakla hükümeti deviremiyorlar ama bu hevesi canlı tutmakta da fayda görüyorlar.

İşte bu Taksim bilmemnesi, ayaklanmanın birinci yıldönümünde bir bildiri yayınlamış. “Ülkenin dört bir yanına yayılmışlar”, şimdi süreci değerlendirmek için toplanacaklarmış.

“Hükümeti nasıl deviremedik?” sorusuna cevap arayacaklar. “Niçin orduya darbe yaptıramadık bu sefer?” diye de düşünsünler. Mesele ağaç olmadığına göre… Ya da gidip Gezi Partisi’ne girsinler, Ankara’da “heavy metal”ciler kurmuşlardı, sonra kendilerinden haber alınamadı.

Parti dedim de aklıma geldi, CHP’yi işgal etmeye kalkan gençler vardı, “occupy CHP” grubu… Bunlar gidip genel merkezi de bastılar basmasına. Bu bir yoruma göre “9 Eylül 1923’e dönüş” hareketi sayılıyordu.

Kılıçdaroğlu bu gençleri çok güzel sabunladı gönderdi… Shit… Oooh noo!

Çünkü genel merkezin kadrolu kedisi Şero’ya ciğer götürmeyi unutmuşlardı! Oysa Altan Öymen dedelerini örnek alsalardı, Rahşan Hanım’ın kedilerine ciğer götürerek nasıl grup başkanvekili olunduğunu da bileceklerdi. Eski Türkiye’yi tanımıyorlar ki çocuklar.

Kılıçdaroğlu önce ayaküstü gençlik mençlik diye basmakalıp bir nutuk attı, sonra da “occupation” kalabalığını partiye üye olmaya çağırdı. Amerikan çocukları böylece, bir partiyi iyi kötü değiştirebilmek ya da dönüştürebilmek için önce o partiye üye olmak gerektiğini öğrendiler. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / “Kardeşlerim”

Siyasetçinin işi vatandaşa düştü mü…

Kitle karşısına çıkma vakti geldi mi…

Kalabalıklar birden “sevgili bilmemkimler” veya “sevgili bilmemnereliler” olup çıkar!

Çünkü mesafe o kadar açılmıştır, halkla halkçıların arasına o kadar çok şey girmiştir ki, elinde yapay sevgi ve saygı ifadelerinden başkası yoktur.

Hatip iyi günündeyse ve coşmuşsa, bazen içinden “arkadaşlar” demek gelir. Sonra düzeltir; yine o lanet mesafenin ağırlığı üstüne çöreklenir ve konuşmasına “sevgili arkadaşlar” diye devam eder.

Fark etmez ki, her “sevgili” deyişi bir tür sevgisizliği vurgulamaktadır. 

Peki hiç düşündünüz mü, büyük kalabalıklara “kardeşlerim” diye hitap edebilmek ve bunun karşılığını hemen hepsinden tek tek ve “kardeşçe” alabilmek nasıl bir şeydir?

Bu sesleniş her seferinde karşısındakileri muğlak bir yığın, herhangi bir kalabalık olmaktan çıkartır; bir ruha büründürür.

Erdoğan’ın son dönemlerindeki konuşmalarının bir de bu yüzden ona muhalefet edenlerin asabını bozduğunun farkındayım.

Yapamadıkları bir şeyi yapıyor çünkü Erdoğan.  “Sevgili vatandaşlarım”cıların devlet dili ve soğukluğu içinde asla anlayamayacakları bir çağrıda bulunuyor.

Geçmişte bıraktığımızı sandığımız “birleşme, paylaşma, aynı dilden anlaşma” haline geri dönüş çağrısı sanki… Şimdi bu yazdıklarıma bazılarının “ayy ne banal!” diyecek olmasına aldırış etmiyorum. Onları iyi tanırım. Bırakın kalabalıkları, dört beş kişiye bütün içtenlikleri ve güçleriyle “kardeşlerim” diye seslenebilmeyi ne çok isterler!

Bazen yarı spiritüel, yarı Yeni Çağ inanışları çerçevesinde yirmi, otuz “beyaz” bir araya gelip toplandığında biri çıkıp ötekilere “kardeşlerim” der de, bu seslenişin gizlediği sınıfsal yapaylık ortaya çıkıncaya kadar dinleyenleri tatlı bir ürperti sarar ki, bilemezsiniz. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Sair Gürsoy / Okul dizilerine çeki düzen verilmeli

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, son dönemde gündeme gelen çocuk istismarı, çocuk cinayetleri ve bakanlığın bu konudaki çalışmalarını konuşmak üzere bazı köşe yazarlarıyla bir araya geldi. Bakan İslam, eğitim çalışmalarına hız verdiklerini ve bu alanda Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği yapılmasını gerekli gördüklerini ifade etti. Kreş, anaokulu ve ilkokullarda bilinçlendirme programları düzenleyecek. MEB, müfredatındaki konuyla ilgili eğitimleri gözden geçirecek. Her yıl, her sınıfta bu eğitimler yapılacak. Derslerin kapsamında, yabancıların talep ve önerilerine çocuk nasıl tepki verecek; bir yabancıyla karşılaştığında nasıl davranacak; akran istismarına nasıl karşı koyacak, vb. başlıklar bulunuyor.

Bakan İslam, köşe yazarlarından, bu konuların gündemde tutulmasını istedi. Ülkemizde medya dilinin yanlış ve batılı örneklerinden çok farklı olduğuna parmak bastı. “Medya, çok dikkatli bir dil kullanmalı ve bu konuları ele alırken kamu yararını, çocukların yüksek menfaatini gözetmeli” dedi. Bence çok doğru. Yazılı ve görsel medyanın bu konuda ciddi anlamda sorumlu olduğunu düşünüyorum.

Son yıllarda, televizyonlarda yayınlanan okul dizileri sıkça tartışılır hale geldi. Dizilerin teması, felsefesi ve mesajı gençler açısından ciddi problemler oluşturuyor; öğrenciler gerçeğe uymuyor. Erkeğiyle, kızıyla diyaloglar abartılı… Giysileri, dilleri farklı. Birbirine üstünlük sağlamak için arkadaş seçimleri, hepsi yanlış; örf ve adetlerimize uyumlu değil. Gençlerin duyguları istismar edilerek yanlış yönlendirme yapılıyor. Öğretmen -öğrenci ilişkileri gerçekleri yansıtmıyor. Emin olun, izleyenlerin çoğu dizilerdeki gibi giyinip, aynı şekilde konuşmaya çalışıyor. Sevginin yerini günü birlik heyecanlar alıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hasan Bülent Kahraman / Güzellik sokaktadır

25 Şubat 2014 tarihli Le Monde’da, bu gazete hâlâ bir gazetenin dünyadaki ciddi meselelerle ilgilenmesi gerektiğini bildiğinden, son dönem felsefesinin en önemli isimlerinden Jurgen Habermas’ın bir makalesi yayınlandı. Üstat uzun zamandır uğraştığı Avrupa konusuna geri dönmüştü. Demokratik yaşamın ve sosyal devletin, ulus devletle birlikte küreselleşmenin saldırısı altında olduğunu belirtiyordu. Tüm bu olanaklar geniş ölçüde yitirilmişti. Çözüm, daha doğrusu seçenek, ulus- üstü (supranational) Avrupa idi felsefeciye göre. (Yazar, elit siyasal seçkinlerin yokluğu üstüne de, herhalde bizdeki bazı kadroların dudağını uçuklatacak şeyler söylüyordu makalesinde.)

Yazıyı okuyunca kendi kendime Habermas herhalde fildişi kulesine büsbütün kapandı demiştim. Muhtemelen Avrupa sokağından pek haberi yoktu ve gerçeklerden hayli uzak, belki hoş, çok erdemli ama uygulanması artık olanaksız görüşler dile getirmekteydi. 

Nihayet pazar günü Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları açıklanınca, saçımızın ak mı kara mı olduğunu da gördük. Evet, Avrupa, “bildiğimiz”, daha doğrusu, Avrupalıların bildiği Avrupa olmaktan hızla uzaklaşmakta, onların bilmesi gereken bir Avrupa’ya doğru evrilmekteydi.

Bu Avrupa, her şey bir tarafa, aşırı sağa kayan bir kıtanın tehlike çanlarıyla sarsılıyordu. Bunu hemen trajik sonuçlara taşımak doğru değilse de, Marine Le Pen’in faşist partisi Fransa’da nihayet % 25 oyla birinci parti oldu. O kadar büyük bir gelişmedir ki bu, düşünün, aynı parti 2009 seçimlerinde mesela Lisieux denen yerde aday bile göstermez, ancak % 2 civarında oya alırken bu defa aynı yerde % 27.5 oy alıyor. Almanlar bir neo-Nazi sokuyor meclise. İngiltere’de göçmen karşıtı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) aynı şekilde öne fırlıyor. Yunanistan’da bunun tersi oluyor, oylar, kemer sıkma politikalarına reddiye getiren aşırı sol partiye kayıyor. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…