Özel yeteneklilere 15 yaşında üniversite yolu

Eğitim Güncel
MEB Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün özel yetenekli öğrencilere daha iyi eğitim olanakları sunabilmek amacıyla hazırladığı, Şubat 2013’te kamuoyuna duyurulan “Özel Yetenek...
EMOJİLE

MEB Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün özel yetenekli öğrencilere daha iyi eğitim olanakları sunabilmek amacıyla hazırladığı, Şubat 2013’te kamuoyuna duyurulan “Özel Yetenekli Bireyler Strateji ve Uygulama Planı”nı hayata geçirecek mevzuat hazırlıklarına hız verdi. Eğitimtercihi.com intenet sitesinin haberine göre, Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürü Prof. Dr. Mustafa Baloğlu, tasarlanan düzenlemenin kabulü halinde özel yetenekli öğrencilerin ilkokul, ortaokul ve lisede “birer kez” sınıf atlayarak 15 yaşında üniversiteye gitme şansı elde edebileceğini, lisedeyken “üniversiteden” ders alabilme yollarının bile araştırıldığını söylüyor.

Özel yetenekli çocuklara daha iyi eğitim fırsatı sağlamak amacıyla hazırlanan strateji ve uygulama planının (Strateji Belgesi’nin) çıkış noktası hakkında neler söylersiniz?

Strateji Belgesi’nin çıkış noktası, “özel yetenekli” diye nitelediğimiz bu grup çocuklara şimdiye kadar yeteri kadar eğilemediğimizin farkındalığı, kaygısı ve konunun öneminin artık iyice gün yüzüne çıkmış olmasıdır. Birçok ülkenin üzerine değişik politikalar geliştirdiği bu konu, biliyorsunuz uluslararası öğrenci transferlerinin de yoğun olarak yaşandığı bir alan… Zira bu nitelikte çocuklar ve gençler dünyada birer yatırım alanı olarak görülüyor. Gelişmiş ülkeler bu nitelikte gençleri kaçırmak istemiyor. Örneğin bizim üniversite sınavında dereceye giren öğrencilerin hepsine burslu okumaları için Amerika’dan ve başka ülkelerden ulaşılıyor muhtemelen. Özel üniversiteler devreye girmeden önce farkında değildik bunun; ama şimdi görüyorsunuz, bu nitelikte öğrenciler tarafından tercih edilir olmak amacıyla özel üniversitelerin uyguladığı çeşitli (burs ve diğer) teşvikler söz konusu… Çünkü bir öğrencinin 1,5 – 2 milyon lise mezununun girdiği bir sınavda yüzde 10’a, yüzde 1’e, binde 1’e girmesi, elbette ki birtakım şeylere işaret eden, dikkate değer bir durumdur.

Bakanlığın özel yetenekliler ile ilgili olarak geliştirdiği bu yeni stratejinin esasları, öne çıkan özellikleri nelerdir?

Strateji Belgesi öncelikle eğitim modelleri geliştirmek istiyor. Yani bizim ülkemize, eğitim sistemimize uygun eğitim modelleri geliştirmek arzusundayız. Dikkat ederseniz “modelleri” diyorum, çünkü bu öğrencilerin yetiştirilmesiyle ilgili tek model yok. Her ülkenin kendi kaynaklarına, şartlarına, nüfusuna, sistemine göre kullanabileceği, 30’a yakın değişik model bulunuyor. Bunlardan bizim için uygun ve güncel olanları saptayıp, belki bir kombinasyon halinde veya değişik kademelerde değişik modeller deneyerek uygulamaya sokmak, bu Strateji’nin birinci aşamasıdır. Ardından bu işi yapabilecek personelin yetişmiş olması lazım. Bu da son derece önemli. Olumsuz fiziki şartlar altında süper bir öğretmenim varsa, sorun değil; ama tam tersine süper bir okulda okuyorsam ve nitelikli bir öğretmenim yoksa, bu önemli bir sorun… Dolayısıyla nitelikli öğretmenler yetiştirilmesi büyük önem taşıyor. Bu noktada, dünya genelinde var olan 30 civarındaki modelden biri de, ülkemizde özel yetenekli çocukların eğitimlerine katkı amacıyla 1995 yılında kurulmuş olan ve şu anki sayıları 70’e yaklaşan Bilim Sanat Merkezleri (BSM’ler)dir… Bugün için BSM’lere öğretmen yetiştirme ve atamada sıkıntılarımız olduğu doğru… Ve şu anda bu Merkez’lerin bazısı kendi binalarına taşınmış, eğitimlerini orada sürdürürken, bir bölümü de faaliyetlerini herhangi bir okulun bir köşesine sığınmış olarak sürdürüyor. Ama unutmamak gerekir ki, yaklaşık 20 yıllık bir tecrübe var orada… En son yapılan değişiklikle (Maliye Bakanlığı’yla yapılan görüşme neticesinde) BSM’lerin norm kadroları oluşturuldu, şimdi o kadrolara öğretmenlerin hangi kriterlere göre ve nasıl seçileceği konusu üzerinde çalışıyoruz.

BSM’LERE ÖĞRETMEN ALIMI

Bu çalışma tamamlandığında Bilim Sanat Merkezlerine ne miktarda öğretmen alınacak, yaklaşık bir sayı vermek mümkün mü?

Öğrenci sayısı daha fazla olan eski BSM’lere 23, yenilere ise 15-17 civarında öğretmen alınacak. Ve bu öğretmenler oranın kadrolu öğretmeni olacaklar. Uygulanabilir/sürdürülebilir bir yapı oluşturulması çok önemli çünkü… Diyelim ki ben çok iyi bir öğretmenim, beni alıp BSM’de görevlendirdiler. Sene bittiğinde görevlendirmem de sona erecek! Psikolojik olarak ne hissederim? “Nasıl olsa sene sonuna kadar buradayım! Sonra ne olacağım belli değil!” der geçerim! Halbuki bunun sürdürülebilir olması için öğretmenin, “Evet, ben buranın öğretmeniyim, burada kalıyorum, burada bir şey kurdum mu, seneye de ben kullanacağım!” duygusuna sahip olması lazım… Diğer taraftan BSM’lerin fiziki altyapıları da hızla iyileşiyor. Bir yandan da programlarının standardizasyonuyla ilgili bir çalışma devam ediyor. Strateji Belgesi’nin asıl önemi, eğitim politikası anlamında bütün bu noktalara vurgu yapmaya başladığımızın bir göstergesi olmasıdır. Bu belge, Bilim Teknoloji Yüksek Kurulu’nda kabul edildi; birçok Bakanlığın temsil edildiği, üst bürokrasinin oluşturduğu böyle bir ortamda kabul edilmesi, verilen mesaj açısından da çok önemli. Ama biz millet olarak bölgesel ve kültürel yapımız gereği “hemen” sonucu görmek istiyoruz. Göremeyince de depresif hale geliyoruz. “Eee, bir senedir bunu çalışıyorsunuz, niye ortada bir şey yok?!” diyenler olabiliyor mesela…Sabrımız çok az… Oysa bu bir senede olacak bir şey değil belki de.

KAYNAŞTIRMA MI BÜTÜNLEŞTİRME Mİ?

Özel yetenekli çocuklarının eğitim ortamında “ayrıştırılmak” yerine, tam tersine “kaynaştırılmasına” yönelik bir anlayışı gündeme getiriyorsunuz bir taraftan da…?

Evet, Strateji Belgesi’nde spesifik olarak bu söylenmese bile, bizim özel eğitimdeki genel felsefemiz bu. Mevcut uygulamada mesela işitme engelliler okullarımız var, görme engelliler okullarımız var; çocuk orada ayrıştırılmış bir şekilde okuyor… Ama “kaynaştırma” örnekleri de var uygulamada: Görme engelli bir çocuk normal okulda da okuyabiliyor. Yani uygulamada ikisi de var. Hatta “yarı kaynaştırma” da var: Normal okula göndermişiz, ama okulda özel bir sınıf açmışız onlara… Sonuçta politika anlamında artık özel eğitimde mümkün olduğunca “kaynaştırma”ya doğru kaymak istiyoruz. Bunun birçok faydaları var çünkü. Ayrıştırdığımız zaman çocuklara gerçek dışı bir hayat ortamı sunmuş oluyoruz. Diyelim ki, özel yetenekli öğrencilerin olduğu bir okulda okuyorsunuz; çevreye kapalı, normal bir öğrencinin gelmediği, programı ayrı, herşeyi ayrı… Peki sonra? Filmi biraz ileri saralım: Mezun olup toplum içine çıktığınızda sudan çıkmış balık gibi kalıyorsunuz! Çünkü hiç normal insanlarla yaşamamışsınız. Görme engelliler için de durum aynı. Görme engelliler okulunda herşey güzel, kitapları kabartmalı, öğretmenleri eğitimli, yöneticisi, programı ona göre… Okul bitiyor, öğrenci sokağa çıkıyor ve afallıyor… Çünkü hiç normal ortamlarda bulunmamış…

Bir de “ayrıştırma” duygusal gelişim açısından da çok sağlıklı değil. Çok zorluğu olur, öğrenci çok zorlanır. Diğer taraftan “ayrıştırmalı” uygulamada özel yetenekli çocuklar için söz konusu olabilecek bir tehlike, çocuğa sürekli olarak “özel bir yerde okuduğunun” hatırlatılması ve kendisine yönelik beklentinin yükseltilmesi, bunun bir baskı unsuruna dönüşmesi olabilir. Onun için bu çocukların mümkün olduğu kadar akranlarıyla kaynaştırılmasını hedefliyoruz. Ama bu şu değil: “Biz bu çocukları alıp normal okula bırakalım, kendisi nasıl çıkarsa çıksın oradan!” Bu şekilde anlaşılmamalı. Kaynaştırma bu değil. Anlayışımız şu: Biz bu çocukları akranlarıyla birlikte normal okullara koyalım, ama bunlara her türlü desteği sağlayalım! Aslında kaynaştırmanın bir ileri adamı da bütünleştirmedir. Biz bunu şu anda – sistem hazır olmadığı için çok fazla konuşamıyoruz belki, ama bütünleştirmenin kaynaştırmadan bir farkı var: “Kaynaştırma”, çocuğu normal akranlarıyla bir araya getirip eğitime devam etme; “bütünleştirme” ise bütün sistemi o çocuklara göre de düzenleme anlamı taşımaktadır. Strateji Belgesi’nin getirdiklerinden bir tanesi de budur…

ERKEN “TANILAMA” ZARARLI OLABİLİYOR

Özel yetenekli çocukların tanılanmasında da ötelemeye gidiliyor. Nedir bu ötelemenin sebebi?

Mevcut uygulamada biz bu çocukları “özel yetenekli” olarak tanıladığımız zaman bunları ilan etmiş oluyoruz. Çünkü ona bir puan veriyoruz; ailesinin/çocuğun beklentisi de hemen ona göre şekilleniyor. Bu durumda eğer içini dolduramazsanız, eğitiminiz / öğretmeniniz ona göre ayarlanmamışsa, aile o bilinçte değilse, zararlı olmaya başlıyor. Bu sefer aile ve çocuk ortalıkta, “Ben dehayım! Ben ne olacağım! Bana bu öğretmen mi gelecek?!” diye dolaşmaya başlıyorlar. “Ama senin öğretmenin o, benim başka bir öğretmenim yok!” dediğinizde bu sefer veli, “Benim çocuğum deha! Ne yapacaksınız bana ve çocuğuma?!” diye sormaya başlıyor. Bu sıkıntılara yol açmamak için özellikle ilkokulda o etiketi koymadan ilerlemek istiyoruz. Çünkü ilkokulda bilişsel gelişim kadar sosyal gelişim de çok önemli. Öncelikle aile eğitiminin ve öğretmen eğitiminin üzerinde bayağı durmamız gerekecek…

“SINIF ATLAMA” NASIL OLACAK?

Özel yetenekli öğrencilerin ilkokul, ortaokul ve liseyi 1’er yıl erken bitirebilmesini sağlayacak bir “sınıf atlama” olanağı da tasarlananlar arasında, değil mi?

Sınıf atlama mevcut sistemimizde de olan bir şey… Bazı öğrencilere ilkokulda “bir sene” sınıf atlatabilirsiniz. Ancak ailenin ve öğretmenin bilinç düzeyiyle ilgili bir konu olduğu için çok kullanılan bir sistem değil. Sınıf atlatmanın faydası da var, ama sakıncası da olabilir. Örneğin birçok ailede görürsünüz mesela; çocuk ufak tefekse ve ailenin seçeneği varsa, sınıf arkadaşlarından fiziken geride olmanın sakıncalarını öne sürerek çocuğu okula başlatmaz. Aile o sakıncayı hissediyor demek ki. Şimdi bizim teklifimiz, sınıf atlatmanın “İlkokulda bir, ortaokulda bir, lisede bir” olmak üzere üçe çıkarılması… Bu gerçekleşirse çocuk 15 yaşında liseden mezun olabilecek. Bu Amerika’da ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde uygulanıyor; başka uygulanış şekilleri de var: Mesela sınıf atlatmazsınız, aynı sınıfta devam eder, ama bazı derslerde “üst sınıftan” ders aldırırsınız.  Lise öğrencileri için, belki çok uç bir örnek olacak ama şöyle de olabilir: Bir çocuk düşünün; ilkokul, ortaokul ve lisede birer yıl “atlayarak” 15 yaşında lise son sınıfa kadar geldi ve orada da “üniversiteden” ders alıyor. Bu belki çok büyük bir öğrenci kesimi için söz konusu olmayacak. Ama buna ihtiyacı olan öğrencinin de faydasına olacak.

Ayrıca üniversitede yapılabilecek bazı şeyler de olabilir; gerçi YÖK’ün yetki alanındaki bir konu ama orada da sınıf atlatma olabilir. Üniversitede ders seçme daha esnek olduğu için, standart bir program olmadığı için “öğrenciye özgü” program oluşturmak daha kolay. Sınıf atlatma konusu da dahil bu alanın tümünde negatif ve pozitif ihtimallerin titizlikle ölçüldüğü bir çalışma içindeyiz. Bunu tek başımıza yapmak istemiyoruz. Bir grup öğrencinin eğitimdeki kaderini belirleyecek olan böyle bir konuda MEB’in birkaç bürokratı, iki-üç müdürü, birkaç öğretmeni toplanıp, tek başına karar vermemeli. Strateji Belgesi bu noktada birçok kurumun koordinasyonunu öngören, üniversitelerin de içinde yer alması gereken bir belge niteliği kazanıyor. Merkezinde Milli Eğitim Bakanlığıyla birlikte Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı var. Çünkü bu çocuk eğitim sistemine gelene kadar ailede eğitim görüyor. Ayrıca Sağlık Bakanlığı’nın da çalışmanın bir yerinde olması lazım. Çünkü okul öncesi dönemde sağlık kuruluşlarının çocuklara yönelik yoğun takibi söz konusu; bebek doğduğu andan itibaren sağlık kuruluşlarına ve aşıya gidiyor çünkü… 1-2 yaşındaki aşıya gittiğinde, eğer kendisinde bir farklılık gözlenirse, o aşamadan itibaren destek sağlanabilmesi lazım. Öte taraftan yine unutmamak gerekir ki, bu geniş kitleyi sadece bürokrasiyle düzgün olarak yönetemezsiniz. Mutlaka sivil toplum da bunun içinde yer almalı, hatta merkezinde olmalı. Biliyorsunuz, özel yetenekli öğrencilere yönelik 12’şer kişilik iki sınıfı bulunan İstanbul’daki Ford Otosan İlköğretim Okulu’nda yasadan (4+4+4 uygulamasından) dolayı bir sıkıntı olmuştu. Geçenlerde öğrendik ki, orada okuyan 24 öğrencinin 10’una bir özel okul, burs vererek bünyesine almış… Bu da açıkça gösteriyor ki, özel sektör artık hem normal eğitimde, hem de özel eğitimde işin içine girmiş durumda. Bakanlığımız bünyesinde engellilere destek eğitimi veren özel eğitim kurumlarımız yanında artık özel sektörün de yoğun olarak bu alana girmekte olduğunu görüyoruz. Özel rehabilitasyon merkezleri kuruldu mesela. Özel yetenekli öğrenciler için de özel okullar, dernekler, vakıflar kurulmaya başlandı.

“ÖZEL EĞİTİM” YÖNETMELİĞİNDE DEĞİŞİKLİK

Şu sıra Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Yönetmeliği’nin yenilenmesi de gündemde. Esas olarak ne hedefleniyor?

Özel yetenekli öğrencilerin de yönetmelikte bir yerinin olmasını istiyoruz. Daha önce özel yetenekli öğrencilerle ilgili sadece bir yönerge vardı; Bilim Sanat Merkezleriyle ilgili, kısıtlı bir yönerge idi. Şimdi bu çocukları da Özel Eğitim Yönetmeliği kapsamına alıyoruz. Bu, politika boyutunda önemli bir karar aşamasıdır. Yani artık “özel eğitim” denildiğinde sadece engellileri anlamayacağız. Özel eğitim denildiği zaman bu özel çocukları da anlayacağız. Çünkü bunların hepsi özel eğitim ihtiyacı olan öğrenciler… Politika anlamında bu büyük bir hamledir. Çünkü “özel eğitim”in sağladığı birtakım olanaklar var, biliyorsunuz. Özel yetenekli çocukları da o kapsama aldığımızda (yönetmeliğe koyduğumuz bir tek kelimeyle) o çocuklar da bu olanaklardan yararlanabilecek.

Özel yetenekli çocukları diğerlerinden ayıran belirgin özellikler nelerdir?

En kolay tarafından başlayarak şöyle özetleyebiliriz belki: Özel yetenekli öğrencilerin benzer fiziksel özelliklere sahip oluşları sıklıkla tanık olunan bir durum. Tabii bu söyleyeceklerimiz genel özellikler… “Hep bu şekilde olur!”, ya da “Öyle olmayanlar özel yetenekli değildir!” anlamında anlaşılmasın lütfen, ama ortalamaya bakıldığında özel yetenekli çocukların doğum ağırlıklarının daha fazla olduğu ve daha uzun doğdukları görülüyor. Yani fiziksel olarak akranlarından daha dayanıklı, fiziksel hastalıklardan daha az muzdarip olmaları, korunma sistemleri bakımından daha dayanıklı olmaları gibi bazı farklılıklar da gözleniyor. Bütün gelişim evrelerinde – hepsinde olmasa dahi – akranlarına göre biraz daha ileride oldukları görülüyor. Erken yürüme, erken konuşma, erken adımlama gibi edimleri, daha önce başardıklarını görebiliyoruz. Diğer taraftan çocuğun bilişsel özelliklerinde de – beynin erken olgunlaşmasıyla bağlantılı olarak – erken gelişim gözleniyor. Beyindeki koordinasyonun biraz daha erken sağlandığı, yine bilişsel olarak yaşıtlarına göre daha erken kavrama, analiz etme, yorumlama yeteneklerinin geliştiği görülüyor. Okumayı erken evrede “kendi kendine” başarmanın da bu çocukların ayırıcı bir özelliği olduğu sıkça ifade ediliyor. Bu beyin gelişimiyle ilgili bir konu olarak yorumlanmakla beraber, daha sonraki çalışmalarda “erken okuma”ya olmazsa olmaz bir ayırıcı özellik olarak vurgu yapılmamaya başlandığını da görüyoruz. Diğer taraftan özel yetenekli çocukların akranlarına göre biraz daha büyük yaş gruplarıyla arkadaşlık etme eğiliminde olduklarına tanık olunuyor. İletişim kurmada belki biraz daha fazla zorlanabiliyorlar. Kendilerini ifade edebilecek bir şey arıyorlar, ama normalden farklı oldukları için az sayıda insan bunu anlayabilecek durumda olabiliyor. Okullarda genelde “haylaz”, “yaramaz” çocuklar olarak görülüyorlar. Ama tabii buradan da, “Haylaz çocukların hepsi özel yeteneklidir” sonucuna varmamak gerekir. El yazılarının bozuk olabileceğinden de söz ediliyor. Beyin aktiviteleri hızlı olduğu için, bir cümleyi söylerken ya da yazarken “iki-üç cümle sonrasını” da düşündüklerinden “bir an önce oraya yetişmek” çabasıyla el yazısını çok düzgün yazamadıkları ifade ediliyor. Bu konuda bilimsel çalışmalarla desteklenen veya desteklenmeyen çok farklı rivayetler de var. Özel yetenekli çocukların örneğin astronomi, tarih gibi alanlara çok meraklı oldukları da ifade ediliyor. Sözel gelişimlerinin yaşıtlarından daha iyi olduğu, duygusal olarak belki biraz daha kapalı olabildikleri vb… bir dizi özelliği de bu kapsamda sıralayabiliriz. Kısacası, yaşıtlarından farklı bir grup oldukları kesin. Bu farklılığın tam olarak nerede olduğunu çıkaramasanız da, görünen/görünmeyen/hissedilen bir farklılık olduğu kesin…

Özel yetenekli çocuğun zekâ testleriyle “tanılanması” ve onu izleyen süreç, ülkemizde şu anda tam olarak ne şekilde işliyor?

Biliyorsunuz ülkemizde bu tür öğrencilere destek eğitimi veren Bilim Sanat Merkezlerimiz var. Orada zekâ testleri hep ön planda görünse de, aslında işin başlangıcı zekâ testi değildir. Süreç şöyle işler:  Birinci aşamada ilkokul öğretmeniniz sizi gözlemler. Daha sonra sizi aday gösterir. Der ki: “Ben on senelik ilkokul öğretmeniyim, 300-500 tane öğrenci geçti elimden. Ama görüyorum ki, bu çocuk şu ana kadar okuttuğum 300 öğrenciden hayli farklı… Mesela, ben okumayı sökmeye şu kadar zaman ayırırım, bu çocuk geldiğinden iki gün sonra okumaya geçti. Ben toplamayı öğretirken bu çocuk kendi kendine bölmelere geçti!” Burada gördüğünüz gibi, bir izleme/gözlem süreci var. Öğretmen bu gözlemi sonucunda bu çocuğu önerebilir. Bu önerisiyle birlikte bir gözlem formunu da doldurur; “Bu çocuk şunu şunu yapar, yaşıtlarına göre şunları daha iyi yapar!” gibi… O formla birlikte bu çocuklar, Rehberlik Araştırma’nın desteğiyle Bilim Sanat Merkezleri’ne (BSM’lere) geliyorlar. Önerilen bu çocuklara bir grup testi veriyoruz biz, bu bir yetenek testidir. O testi cevaplıyorlar grup halinde… Sonra bu değerlendirmede öne çıkan çocuklara, bireysel olarak az önce konuştuğumuz zekâ testlerinden birini (Wechsler’i) uyguluyoruz. Orada 130 üzeri puan alan çocuk Bilim Sanat Merkezi’ne kayıt yaptırma hakkı kazanmış oluyor. Sürece baktığınız zaman aslınd biz bir kombinasyon kullanıyoruz… Yani sürecin sonuna doğru testler/daha objektif araçlar, ama sürecin başlangıcı öğretmenin gözlemleridir…

Bilim-Sanat Merkezleri için “özel yetenekli öğrenci” tanılaması, eski sistemde ilkokul 2-3’ten itibaren yapılıyordu. Ama Strateji Belgesi ile birlikte bu biraz ötelendi. Beşinci sınıfta, ortaokulda başlanacak…

TÜİK verilerine göre %2 – %5 civarında bir popülasyonu özel yetenekli grup olarak değerlendirebiliyoruz. Özel yeteneği “genel yetenek ve zekâ” anlamında düşündüğümüzde %2’lik bir kesim; bilişsel yetenekler ile birlikte müzik, sanat, spor vb. alanlardaki özel yetenekleri de hesaba katarsak %5 oranında bir kitle bu kapsamda değerlendirilebiliyor. Demek ki, 3-18 yaş grubu arasında, %2-3 bandında hesaplandığında yaklaşık 375 bin – 560 bin arası bir “özel yetenekli” grubumuz olduğu söylenebilir. Yüzde 5 olarak hesapladığımızda (yani müzik, sanat, spor vb. alanlardaki özel yeteneklileri dahil ederek baktığımızda) 900 bin – 1 milyon civarında bir popülasyon ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.

3 YENİ ZEKA TESTİ GELİYOR

Ülkemizde uygulanan zekâ testlerinin “hayli eskidiği” söyleniyor. Bunların yenilenmesini, Avrupa Birliği’nde uygulanan testlerle uyumlu şekilde güncellenmesini hedefleyen bir çalışmanız da söz konusu…

Bizim yakın zamanda sona ermiş olan “Özel Eğitimin Güçlendirilmesi” başlıklı Avrupa Birliği projemizin bileşenlerinden bir tanesi de işte bu ölçme araçlarının güncellenmesi idi. 7 milyon Euro’luk bu büyük AB projesi bağlamında üç tane yeni zekâ testinin adaptasyonu süreci devam ediyor. Bu testler bu alandaki en güncel ürünler… Tabii yurtdışında geliştirilmiş oldukları için bazı yasal prosedürlerin takip edilip, bunlarla ilgili yasal hakların alınması ve daha sonra kültürümüze uyarlanmaları gerekiyor. Bu çerçevede örneğin, bu alanda öne çıkmış ürünler ortaya koyan Wechsler’in sözel olmayan bir zekâ testi var; onu adapte etmek istiyoruz. Dil açısından dezavantajlı grupların bu dezavantajını da ortadan kaldıracak bir ürün bu… Bir diğeri de örneğin Woodcock Johnson’ın testi. Sonuçta üç ayrı testin adaptasyon sürecinin devam ettiğini söyleyebilirim. Aslında Özel Eğitimin Güçlendirilmesi Projesi’nin diğer bileşenlerinin tümü tamamlandı, sadece adaptasyon bileşeni kaldı. O da önemli bir gereklilik. Çünkü bu testlerin geliştirildiği ülkelere özgü maddeler yer alabiliyor içeriklerinde. Örneğin Stanford Binet testinin adaptasyon sürecinde karşılaşılan bir sorundan söz edeyim size: ABD’de sokaklarda yangın muslukları vardır, filmlerde görürsünüz… İtfaiye gelir, oraya musluğu bağlar ve yangını söndürür. 3-4 yaş grubu çocukların yanıtlayacağı sorular arasında bu musluklarla ilgili bir resmi bizim çocuklarımıza gösterdiğinizde, buna ya “direk” diyor, veya “eşek bağlanan bir şey” diyor, veya benzer bir başka şey… Dolayısıyla cevap yanlış oluyor, çünkü bizim çocuklarımız böyle bir şeyi hiç görmemiş… Adaptasyon bu noktada, “Söz konusu itfaiye muslukları yerine biz ne koysak?” şeklinde, (sokaklarımızda en çok görünen şeylerden birini bulmaya yönelik) bir uyarlama çalışmasıdır.