‘Son İstasyon’da İnmeyen Adam

İliskiler
Röportaj: Bilal Can Önce sizi tanımakla başlayalım, Güven ADIGÜZEL adı kadar güzel midir? Aziz Nesin de son dönemlerinde kendini tanımak için Aziz sen Nesin diyordu. Kendini tanıtır mısın biraz? 27 ya...
EMOJİLE

Röportaj: Bilal Can

Önce sizi tanımakla başlayalım, Güven ADIGÜZEL adı kadar güzel midir? Aziz Nesin de son dönemlerinde kendini tanımak için Aziz sen Nesin diyordu. Kendini tanıtır mısın biraz?

27 yaşındayım, acılara hakim bir tepede, İzmir varoşlarında doğdum. Hem müzikal anlamda hem de sosyolojik anlamda Arabesk damarı iyi bilirim. Sırasıyla Özal ve Ecevit’i desteklemiş baba memur, anne ev hanımı olabilen klasik orta sınıf bir aileye mensubum. İktisat mezunu, sosyoloji öğrencisiyim. Bir-kaç kez feleğin çemberinden geçme teşebbüsünde bulundum. Ekmek parası adlı hayatsal nesnenin peşinden koştururken kendimi birden Diyarbakır’ın şirin ilçesi ‘Bismil’de buldum, ayrıca zaten yıllardır Güneydoğu’da yaşıyorum. Edebiyat, aksiyon, muhabbet ve çay severim. Henüz dünyaya alışamadım…

Bir kere Bolivya sınırında tutuklanma tehlikesi, bir kere Tahran otobüsünde Devrim muhafızlarıyla tartışmaya teşebbüs, bir kere Bosna’da gördüğüm tüm ırkçı Sırplara küfür etme eylemi, bir kere Peru polisine rüşvet vermediğim için ölümle tehdit edilme, bir kere suç cenneti Sao Paulo’da gece yarısı sokak aralarını turlama, bir kere de Kahire’de Hüsnü Mübarek’e Hüsnü-zan etme girişimlerinde bulundum, pişman değilim.  İlk yazım (Alt kültürün popülizmle dansı) ‘Zaman’ gazetesinde, ilk şiirim (Ve zemheri,  ürkek yalnızlığımın sıcak giyotini) ‘Kar edebiyat’ dergisinde yayımlandı. 9 sayı Son istasyon, 3 sayı ÇETE maceralarım oldu. Bir-kaç kitap karaladım. Yaralarımı sarmaya çalışıyorum, yazıya tutunanlardanım. Müslümcü’yüm. Samsun 216 ve çay vazgeçilmezlerim arasında. Edebiyat dergisi okumanın, dünyaya posta koymak anlamına geldiğine inanırım. Şampiyon olamayan takımları, iktidar olamayan partileri ve gözlerine bakamadığımız kızları sevmeye devam ediyoruz… Soyadımın adımı nitelemesinden herhangi bir şikâyetim yok. Güzellik surette aksidir. Aziz Nesin’e gelince; Niçe gibi inançsızlığının ızdırabını yaşayanlardan mıydı, bilmiyorum? Toprağı bol olsun.

Son istasyon dergisi nasıl şekillendi. Biliyoruz ki Türkiye’de dergicilik güç bela ilerleyen bir iştir. Bu dergiyi çıkarma kararınızı etkileyen sancılarınız neydi?

Edebiyat dünyasıyla herhangi bir organik bağım yok. Bu işlerden de çok anlamam. Akademik, sıkıcı, kendini okutturmak gibi bir derdi olmayan, ruha dokunmayan bayat yazılar toplamından oluşan dergileri hiç sevmedim. O tip dergilere bir alternatif olsun diye bizim çete ile beraber Son istasyon’u çıkardık. Şayet sırtınızı bir yayınevine, bir holdinge veya herhangi bir gruba dayamamışsanız edebiyat dergiciliği gerçekten meşakkatli bir iştir ama halk bizi anlamıyor ayaklarına da karnım tok. Dergi çıkarmayı çok da kutsallaştırmamak lazım bu noktada. Sonuçta yayınladıklarımız ilahi bir metin falan değil. Okuru şikâyet etmekle bir yere varılamayacağı ortada. -Okurla buluşmaya çalışmak- daha gerçekçi ve daha tutarlı bir yaklaşım olacaktır. Ben Son istasyon’un da, Çete’nin de tirajlarından memnunum. İki dergiye de gösterdikleri ilgiden dolayı arkadaşlara teşekkür ediyorum. Cebindeki son parayı matbaaya ve kargoya vermenin bir anlamı olmalı. Eğer yaşıyorsak ki bu zehirli bir haldir. Edebiyat da benim panzehrim. Sancılarımıza gelince; Dergi çıkarmak son tahlilde insanların dertlerinin toplamıdır zaten, derdimizi ve dergimizi hep sevdik.

Söylemleri, ele aldığı konuları, röportajları, sözleri bakımından ‘underground’ dediğimiz yeraltı edebiyatı olarak büyüdünüz ve öyle bilindiniz. Ama Türkiye’nin her yerinden okuyuculara ulaştınız. Derginiz takdirle karşılandı. Bunu nasıl başardınız?

‘Underground’ta ferahlık vardır derler. Yeraltını seviyorum, daha güvenli, daha fiyakalı ve daha ilgi çekici. Ayrıca garip hazinelerle karşılaşma hakkınız hep saklı buralarda. Edebiyat için bu tip kavramlar ne derece önemli bilmiyorum ama dozu ve niteliği iyi ayarlandığı sürece Overground da beni çok bozmaz. Popüler kültür taarruzları altında bunalan insanlar ‘yeraltı’ diye tabir edilen ve varlığından mülhem; etki alanının büyüklüğü hep tartışılan bir ‘kurtarılmış bölge’ye sığınıyorlar. Edebiyat, müzik, sinema ve diğer sanatsal alt başlıklarıyla birlikte bu konuların çeşitli ve nitelikli örnekleri bizim dergide mevcuttu hep. ‘Sığınma Talebi’ isimli -bir fotoğraf ve bir cümleden- oluşan bölümlerimiz bu yüzden çok sevildi belki de. Son istasyon ‘yeraltı’ görünümüne sahipken nasıl genel bir yaygınlık kazanabildi diyorsanız eğer; modern zamanların, popüler kültür erozyonunun, aptal T.V dizilerinin, bir tat vermeyen-bir yaraya derman olmayan eğitim sisteminin ve mutsuzluğu körükleyen tüm diğer uyuşturucuların bezdirdiği insanların nefes almaya olan şiddetli ihtiyacı diyebilirim. Okuyucular sığınma talebinde bulunuyorlar, nefes almak istiyorlar. Edebiyat biraz da bunu sağlayabilen bir şey, böyle bir gücü var. Kurtarılmış bölgelere her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Amacımız bir savaş kazanmak falan değil aslında; vuruşarak geri çekiliyoruz!

Acı ve aşk tüm milletlerin ortak dilidir. Derginin bu kadar çok bilinmesinde bu konuların etkisi var mıydı?

Bunun farkındayım. Bu dili kasıtlı olarak kullanmadığımızı söylemeliyim. Elbette derginin duruşunu besleyen ve kimliğinin inşasını oluşturan iki önemli yanardağdır acı ve aşk. Bunu kabul edebilirim. Özelinde aşk ve acı meselesine gelirsek; Aşk kalp acısıdır, bir şey söyleyemem, susarım. Aşk hakkında konuşmak, bir yudum suyla yanardağ söndürmeye çalışmak gibi sanki. Acı ile kesiştiği noktadan bakacak olursak; kaçınılmaz olan, aşkta acıdır.

Dünya acılarla dolu, elimizden geldiğince; nerede bir acı görsek ona projektör tutmaya çalıştık. Acıyı göstermek veya onu tanımlamak acı çekene bir şey kazandırmaz belki ama ortak acılarımızın olduğunu bilmek ve belki de bir acıyı paylaşmak ruhen sızlayan taraflarımızı temize çekecektir. Aslında tüm acılar dilsizdir. Ama acı, yaşama bir tat verir, bir biçimiyle de bizi sağaltır. Acılara tutuna tutuna yaşamayı öğrenmek gerek sanırım. Acı çok ‘gerçek’ ve çok ‘insani’ bir durum. Rocky’nin hocasına aldanmamak gerekir; acı var evlat, acı var! Hem de dağlar kadar!

Dergide bir yandan Meksika’da tütün içen adamların resimlerini, bir yandan Harlem’de direniş gösteren insanları, bir yandan da Afrika’daki sesleri ve Ruanda katliamını görüyoruz. CHE’yi, Malcolm’u, Martin Luther King’i ve Müslüm Gürses’i aynı anda sunuyorsunuz. Hepsinin ortak bir özelliği var mıdır? Bunları dergiye konu edinirken neleri amaçladınız?

Hangi dine mensup olursa olsun, kendisi için yaşamayan insanları seviyoruz. Onurlu isyankâr Marcos, Şehit Malkım abi, Asi Martin, Delikanlı CHE ve diğerleri, hepsi canımızdır. Saydığımız isimlerin ortak özellikleri ‘başkaları için yaşamaları’ Bizimki yalnızca bir saygı duruşu ve hatırlatma. Başka bir amacımız yok. Müslüm babaya gelince; arabesk damarı önemsiyoruz. Moda diye durmuyoruz bu cephede. Bu konuda eskiyiz, kıdemliyiz. Arabeski yeniden keşfedenlere bir diyeceğimiz yok, modalarla da işimiz yok, ayrıca Afrika kalbimizdir. (Şunun da altını çizmek gerekir; büyük büyük laflar edip arabeski yüceltecek değiliz, keşke arabesk müziği doğuran sebepler hiç olmasaydı, o süreçler hiç yaşanmasaydı)

Son istasyon nasıl bir projeydi, 9. sayıdan sonra neden kepenk indirdi?

‘Son istasyon’ hudutları vurulmadan geçemeyenlerin türküsüydü. Ne kadar devam edeceği konusunda başlangıçta bir hesap yapmadık, sözümüz bitene kadar dedik. Sözümüz bitmedi ama tecilimiz bitti, askere gittik. Askeri darbe neticesinde dergi kapandı. Silah bırakınca yeniden kalembaşı yaptık ama bu kez de Lidyalıların dünyaya attığı en büyük kazık karşımıza çıktı, dağıtım mevzuları falan da zaten malumunuz. Dediğim gibi söyleyecek sözümüz henüz bitmedi. Bomba gibi kapaklar, zımba gibi şiirler, ateş gibi sayfalar hep aklımda. Yeterli kömürü bulabilirsek yeniden raylara dönebiliriz, belki bir gün…

Yeni projeleriniz var mıdır?

Şu anda izdiham.com sitesinde düzensiz aralıklarda güncel mevzulara dair bir şeyler karalıyorum, sinema eleştirileri vesaire. Herkesi beklerim. Matbu yayıncılık anlamında ise güzel gelişmeler var. Hamza’nın manevi babası Ömer Faruk Dönmez, Selçuk Küpçük, Çağatay Hakan Gürkan, Bülent Akyürek ve Salim Nacar ile birlikte önümüzdeki ay ‘Edebi MÜDAHALE’ isminde bir dergi ateşleyeceğiz! Ayrıca Bülent Parlak ile birlikte İzdiham dergisini yeniden çıkarma kararı aldık, önümüzdeki haftalarda tüm yay-sat bayilerinde olacak inşallah dergimiz. Bunun dışında kurtarılmış bölgelere her zamankinden daha fazla ihtiyacımızın olduğu bugünlerde Ankara’da yeni açılan İhtiyar kitap-kafe güzel bir haberdi. Daha da güzeli mekânın resmi yayın organı olan İhtiyar dergisinin yayın hayatına başlaması oldu. Dergimiz yakın bir zamanda kitabevlerine dağıtılacak. Keşke imkân olsa da bir de ‘MAVİ MARMARA’ belgeseli çeksek.

‘Kimse Kıpırdamasın’ isimli son kitabını ‘’akıntıya kürek çekenlere, beyaz zencilere, güzel işçi kadınlara, don kişotlara, John dillinger’e, Rachel’e ve Mavi Marmara’ya’’ ithaf etmişsin. Kimse Kıpırdamasın’dan biraz bahseder misin?

Şair olduğumu söyleyecek halim yok, zaten bu alanda misafir sanatçı sayılırım. Yazdıklarımı şiir tadında karalamalar olarak niteleyebilirim. Kitabım Artshop yayınları tarafından geçtiğimiz haftalarda yayınlandı. Türü; şiir, aksiyon, muhabbet. Yazdıklarımı Murat(Menteş) abi’ye gösterdim, onun beğenisini önemserim. Şiirleri sevdiğini söyleyince yayınlama kararı aldım. Zaten kitabın isim babası da Murat abidir. Kimse Kıpırdamasın üç bölümden oluşuyor; Şiirler-Haikular-Biyografiler. Genel olarak kitabın tamamı için özel olarak ise taraflı şiirsel biyografilerini yazdığım 24 portre için çok olumlu tepkiler aldığımı söyleyebilirim. Yeni çıkmasına, şiir kitabı olmasına ve henüz tam olarak dağıtılamamasına rağmen satış grafiği gayet iyi. İthaf kısmına gelirsek; Kitabı delikanlı ruhlara, sevdiğim zamanlara ve hiç ölmeyenlere ithaf ettim. Kimse Kıpırdamasın!

‘Kimse Kıpırdamasın’ ‘Bir Yeşilçam kitabı’ ve ‘Dünyaya meydan okuyan yazılar’ isimlerinden oluşan bir üçlemeden söz ediyorsun. Bu ne zaman tamamlanacak. Serinin ilk kitabını yayınladın. Diğerleri ne zaman bitecek? Nasıl bir üçleme olacak bu?

Evet, bir üçleme planladım. ‘Muhabbet’ üçlemesinin ilk kitabı ‘Kimse Kıpırdamasın’ yayınladı. Bu çalışma benim yazarlık serüvenimin ve içsel dünyanım kısa bir özeti niteliğini de taşıyacak, Bir anlamda ‘Kaza raporu’ da diyebiliriz. 2011 yılı içersinde tamamlamayı umuyorum. Yeşilçam kitabını yarıladım, ‘portreler, yüzler, hayatlar’ alt başlığı ile yayınlanacak. ‘Dünyaya meydan okuyan yazılar’ ise son darbe özelliğini taşıyacak ve serinin son kitabı olacak aynı zamanda. Adını değiştirebilirim ama ruhu değişmeyecek. ‘Muhabbet’ üçlemesi benim çok üzerinde durduğum, öncelediğim ve önemsediğim bir çalışmadır, inşallah okuruyla buluşur. Bunun dışında -yüzyılın en sert şiir kitabı- olacak bir antoloji projesi var kafamda ismi ‘Korsan şiirler’ bugüne kadar yayınlanmış hiçbir antolojiye benzemeyecek, herkesin ceketinin iç cebinde taşıyacağı ve birbirine hediye edeceği bir kitap olmasını diliyorum, bunu da ilk defa açıklamış olayım.

ÇETE diye bir girişiminiz oldu. Hakan ALBAYRAK-Nihat GENÇ ikilisinin bir dönem çıkardığı ve yalnızca 3+1 sayı sürdürebildiği bir dergiydi. Siz bunu yıllar sonra tekrardan ele alıp aynı isimle yeniden çıkardınız. Bu da 3 sayı sürdü. Bu fikir nereden çıktı öncelikle ve nasıl şekillendi?

Hakan abi ve Nihat abi’nin dünyaya posta koydukları müthiş eylemi ÇETE’yi televizyon klişesiyle ‘kaçıranlar ve tekrar izlemek isteyenler için’  yeniden ateşledik! Aslında yaygın kanaatin aksine 3 değil 4 sayı yayınlanmıştı ÇETE. Azerbaycan’ın işgaline çok kızan abilerimiz ‘Azerbaycan ani sayısı’ üst cümlesiyle bir sayı daha çıkarmışlardı. Bizim yaptığımız ÇETE’nin ruhuna bir saygı duruşuydu sadece. Çünkü şu modern zamanlarda ÇETE’nin delikanlı ruhu hepimize lazım, farkında mısınız bilmiyorum ama? ÇETE dergisi ilk çıktığında ben okuma-yazma bile bilmiyordum, dile kolay 21 yıl olmuş. Çok sonraları haberimiz oldu bu delikanlı eylemden. Yasin (Kara) kardeşim ile birlikte saygı duruşu özel sayıları çıkaralım dedik. Beklediğimizden çok ses getirdi, demek ki hala bir damar var. Gökhan(Özcan) abi’nin ifadesiyle ‘Türkiye’nin sivilleşme tarihine geçmiş bir dergiydi’ Nihat (Genç) abi’nin tabiriyle ‘Amatör bir meydan okumaydı’ Biz üç sayı çıkardık ÇETE’yi ama bir adet ‘Ani sayı’ ateşleme hakkımızın hala saklı olduğunu unutmayın! Her an kitabevlerinde,  posta kutunuzda, karanlık sokakların kaldırımlarında veya bir köşe başında rastlayabilirsiniz ÇETE’ye, hazırlıklı olun.

Bize bir şarkı söyler misin?

Afrika’da çocuklar aç yatarken, mülteciler soğuktan ölürken, Filistin’de çocuklar ağlarken, Grozni’de acılar dinmemişken, Doğu Türkistan hala kanarken yani kalbimizin yarısı her sabah kurşuna dizilirken hangi şarkı söylenir ki? Bizim şiirimiz de, şarkımız da; Selahattin Eyyubi’nin rüyasıdır. Umutsuzlara Ölüm! Yine de Diallo için gelsin; Bruce Sprinsteen söylüyor… Amerikan skin-41 shoots.

Kalbinizin sahibine emanet olun!

on5yirmi5.com