#direnbaşörtüsü

Çocuk
Havva Yılmaz’ın yazısı Başörtülü kadınların herkes gibi hata yapan fani varlıklar… Bu yüzden, en azından ben, bizden beklenen olağanüstü olgunluk halini daha fazla sürdüremeyip, “bencil” b...
EMOJİLE

Havva Yılmaz’ın yazısı

Başörtülü kadınların herkes gibi hata yapan fani varlıklar… Bu yüzden, en azından ben, bizden beklenen olağanüstü olgunluk halini daha fazla sürdüremeyip, “bencil” bir şekilde bir kez daha başörtülü kadınların yaşadığı zulme dikkat çekmek ve uzunca bir süredir üretilen nefret dilinde herkesin payı olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Gezi Eylemi başladığından beri ‘Gezi Eylemi’yle ortaya çıkan tablonun da gösterdiği’ gibi şeklinde başlayan kaç cümle duydum, kaç analiz okudum bilmiyorum. Gezi’ye dair o kadar çok şey söylendi ve söylenmeye devam ediyor ki bu olaylara şahit olmayıp sonradan analiz edecek soysal bilimciler için şimdiden kolaylıklar dilemek durumundayız. Öyle ki gelecekte üniversitelerde açılacak Gezi kürsülerine bile şaşırmayabiliriz. Sırf şu ana kadar yapılan soğukkanlı analizler ve sıcağı sıcağına atılan tweetler üzerinden eylemin ele alınmayan yönü kalmadı. Fakat yine de olaylar sıcaklığını korurken söylenmeyen, sonradan da eksik bırakılan bazı şeyler vardı.  Eylemin yönü şaşmasın, toplumsal kutuplaşma yaratılmasın diye susmak maalesef bu süreçte de başörtülü kadınlara nasip oldu. Bu kadar önemli mevzular gündemdeyken başörtüsü probleminden bahsediyor olmak bile eleştiri meselesi haline geldi. Ortam sakinleşince eylemler sırasında durdukları noktanın hesabını vermesi beklenen ya da kendilerine hiç sorulmadan oraya buraya çekiştirilen yine başörtülü kadınlar oldu. 

Böyle bir atmosferde meseleyi konuş(a)mamak bir dert, konuşmak apayrı bir dert. Konuşmayınca sorunun varlığını görmezden gelmiş, ayrımcılığın üstünü örtmüş oluyoruz, konuştuğumuzdaysa monolitik bir blok halinde siperlere lojistik destek taşımak zorunda kalıyoruz. Oysaki başörtüsü meselesinde en çok ihtiyaç duyulan şey normalleşme. Başörtülü kadınların hemcinsleri ve dahi türdeşleri gibi sıradan, herkes gibi zaman zaman hata yapan, zaman zaman duygusal iniş-çıkışlar yaşayan, insani reflekslerde bulunan, fani varlıklar olduğunun kabullenilmesine ihtiyaçları var sadece. Bu yüzden, en azından ben, bizden beklenen olağanüstü olgunluk halini daha fazla sürdüremeyip, “bencil” bir şekilde bir kez daha başörtülü kadınların yaşadığı zulme dikkat çekmek ve uzunca bir süredir üretilen nefret dilinde herkesin payı olduğunu hatırlatmak istiyorum. 

Siyasal İslam’ın sembolü…

Eylem boyunca taciz iddialarını yalanlayanlar, iddiaları kabul edip eylem akamete uğramasın diye “şimdilik” susmayı önerenler, öte yandan eylemin meşruiyetini başörtülü kadınların görünürlükleri nedeniyle uğradıkları tacizler üzerinden sorgulayıp kendilerini aklayanlar ve dahi bütün bu tabloyu görmezden gelip, ya da göz göre göre başörtülü kadınlardan taraf olmalarını, pozisyon almalarını bekleyenler, hatta hesap soranlar, iyi başörtülü-kötü başörtülü ayrımlarıyla mevzuyu daha “sofistike” zeminlere çekmeye çalışanlar hep beraber bu ayrımcılığın bir parçası oldular. El birliğiyle başörtülü kadınlara bu ülkenin normal/sıradan vatandaşları değil, patolojik vakaları olduklarını hatırlattılar. Yakın zamanda, Danıştay’ın avukatların sadece başları açık çalışabileceklerini öngören düzenlemeyi iptali haberini ‘kamuda türban serbestisi’ şeklinde duyuran medya diliyle ortaklaştılar ve söz konusu zihniyetin hala ne kadar canlı olduğunu gösterdiler. 

Hatırlanacağı üzere, yasakçıların en önemli argümanlarından birisi babaannelerimizin başörtüsüyle, siyasi simge olan türbanın aynı şeyler olmadığıydı. Buna göre, geleneksel şekilde kullanılan başörtüsü saf, temiz ve politik gayeden uzak, türbansa politik amaçlarla takılan, ‘siyasal İslam’ı sembolize eden, bu minvalde rejimi değiştirmeye ahdetmiş kadınların kullandığı örtü idi. Böylece geleneksel baş örtme biçimi meşrulaştırılırken, modern olan gayr-ı meşru ilan edilmiş oluyordu. Yani başörtülü kadınlar, bir taraftan modern yaşam standartlarına uymamakla itham olunurken, diğer taraftan da geleneksel bir şekilde örtünmedikleri, demek ki kötü niyetli oldukları, öyleyse kamusal alandan dışlanmaları gerektiği gibi garip denklemlerle yine ayrımcılığa maruz kalıyorlardı. 

Söz konusu isimlendirme/anlamlandırma meselesi o kadar keyfiydi ki saçlarını babaannesi gibi platin sarısı yerine kızıla boyayan başı açık bir genç kızın bu davranışı herhangi bir sorgulamaya tabi tutulmazken, başını babaannesinden farklı bir şekilde örten genç kızın niyeti sorgulanıyor, bin türlü sîgaya çekiliyordu. Çünkü başı açık olmak normalliği ifade ediyorken, başı örtülü olmak, örtünün mahiyetinden bağımsız olarak normalden sapmayı, patolojik olanı, dolayısıyla sorun olanı ima ediyordu. Aynı şekilde başı açık olmak egemen ideolojinin pratiği iken, başı örtülü olmak bu pratiğin alternatifini temsil ediyordu. Bu bağlamda, başörtülü kadınların her türlü olağan hal ve hareketini sorunsallaştırmak tümüyle egemenin inisiyatifindeydi. Bu yetkiden yola çıkarak mesela ünlü Cumhuriyet Mitingleri’nde ‘bu ülkenin asli vatandaşı biziz’ denebiliyordu açıkça. 

Bu dikotominin başka bir işlevi de başörtülü kadınları homojenize etmesiydi. Şöyle ki, ‘politik amaçlarla’ başlarını örten kadınlar yani türbanlılar, masum bir şekilde örtünen başörtülülerden farklı bir şekilde bir siyasal hareketin parçası olarak birbirlerine benzemekteydiler. Bu noktada mesela Onur Öymen’in bir vakitler ifade ettiği gibi Nazi gömleğinden pek de bir farkı yoktu türbanın. Başörtülü kadınların bireyselliğini, biricikliğini yok sayan bu anlayış, böylece bütün başörtülü kadınları tek bir kelimeye hapsetmeyi, haklarında hüküm vermeyi mümkün hale getirmekteydi. ‘Türban üniversitede’, ‘türban sızdı’, ‘türban gündemde’ vb şekillerde kurulan her cümle, adeta birbirinin kopyası ya da Arent’in ifade ettiği şekliyle ‘herkesin eşit derecede fuzuli olduğu’ bir grup şeyi/nesneyi ima etmekteydi. Yani tam da totaliter bir zihnin arzulayacağı şekilde başörtülü kadınlar nesneleştiriliyordu. Herhangi bir etik muhasebeye ihtiyaç duymaksızın haklarında hüküm verilecek nesnelere indirgeniyordu. Bunu mümkün kılansa yine türbanın/başörtüsünün her türlü öznel anlamlarının bilinçlice tehir edilerek, başörtülü kadınların öznelliğinin yok sayılmasıydı. 

Gezi’nin turnusol işlevi

Dolayısıyla, bu yazıda -di’li geçmiş zamanla anmış olsam da, yasağı meşrulaştıran tüm argümanlar, hala zihinlerde varlığını korumaya devam ediyor. Zira egemenin ideolojisi (adını da koyalım; Kemalist ideoloji) hala her türlü toplumsallaşma sürecinin içinde mevcut. Seksen küsur yıllık bir politik kültürün on bir yılda bütün toplumsal kurumlardan arınmasını beklemek oldukça naif bir bakış açısı. Bunu Gezi Eylemi’ni topyekûn yok saymak adına söylemiyorum elbette. Eylemle beraber mevcut önyargıların nasıl tekrar gün yüzüne çıktığını ve eylemi destekleyen/karşı çıkan her iki tarafta da farklı biçimlerde de olsa makes bulduğunu vurgulamaya çalışıyorum. Bu bağlamda Gezi’nin sık sık öne çıkarılan ‘turnusol’ işlevini bir de bu açıdan okumayı öneriyorum. En azından toplumsal düzeyde bir normalleşme yaşandığını varsayarken, bir arpa boyu mesafe kat edememiş olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek, bir anda toplumsal nefretin nesnesi haline gelmek, başörtülü kadınların yaşadığı travmaları tekrar hatırlamasına vesile oldu.  

Daha vahim olanıysa başörtülü kadınlara dair önyargılar canlılığını korumaya devam ederken başörtülü kadınların artık iktidarın bir parçası olarak görülüyor olmaları. Hala “hizmet verme kapasitesi” tartışılırken iktidarla özdeşleştirilmek, 28 Şubat’ta verilen (ya da verildiği var sayılan mı demeliyim) desteklerin hatırlatılması yoluyla vicdansızlıkla suçlanmak, kendi sorunu “çözüldüğü” için başkalarının derdiyle ilgilenmediği öne sürülerek “kendine Müslümanlık”la itham edilmek bu süreçte başörtülü kadınların sıklıkla maruz kaldıkları bir tutum. Halbuki, iktidarın gönlünü alması beklenenler listesinde başörtülü kadınlar hala listenin en altında. Öte yandan, tüm bunlar, başörtülü kadınlar için herhangi bir yenilik arz etmiyor ki en yıpratıcı olan da bu. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız!